15 Aralık 2011 Perşembe

MiLAD

MİLÂD

     I.


Hakettiğimden çok daha iyi bir yere denk düştüğüm kesin. Tamam, bu bir tımarhane sonuçta...
Yeşilliklerle kaplı kocaman bir arazi. Yer yer göze çarpan büstler ve irili ufaklı rengarenk balıkların dolu olduğu havuzcuklarla çevrili. Aklına esen heryere sıçan köpekler yok. Hava temiz ve serin. İnsanın gözü etrafta atlar filan da olsun istiyor. Öyleki insanın bu derin boşluğu doldurabilmek için kişneyesi geliyor. Fakat ortalarda ata benzer tek canlı beni buraya gelmeye ikna eden, ablak suratlı bir dostum. Başkaca ne bir “atımsı” varlık, ne de bir tımar aleti -burada olması gereken.
- Neden burada durduk Ferit?
- Herhangi bir zaman demiştin. Al sana herhangi bir zaman!
“Al beni götür şu akıl hastanesine; artık ne benim kendime, ne de sizin bana tahammülümüz kalmadı” demenin son noktası aha burası işte...
Kaçış noktam yok. Evet bunu anladım tamam. Kaçmak da istemiyorum zaten. İçi panik dolu bir çuvaldan bok kokusu, çiçeklerle bezeli bir yapıdan da panik kokusu fışkırıyor burnuma doğru.
Yüzmeyi öğrenmenin tek yolu içine girmektir, uzaktan bakmak değil. İçine girmeden bilemezsin ki; içinde kıçını ısırmak için çıldıran köpek balıkları olabilir. İki gözünü birden vantuzlarıyla söküp, kollarından geri kalanlarından birini ağzına, bir diğerini götüne sokmak için hıncından köpüren ahtaboklar olabilir. Ya da ne bileyim, gökte kayacağına adi yıldız, denizde, hemde tam arkandan kayıyor olabilir.
Girmeden bilemezsin.
İdareten “at” olan arkadaşımı öptüm ve ayrıldık. Artık güzel bina, giriş kapısı ve tımar edilmeye hazır olan ben varız sadece...
Daldım içeriye. İleride gözlüklü, gayet fıstıkvari giyinmiş bir danışma şeysi var. Pek tımarcıya benzemiyor.
- Buyrun efendim, ne istemiştiniz? Dedi bir tımarcıya yakışmaz bir kibarlıkla. Ne olduğunu, ne diyeceğimi filan tamamen alabora olmuş kafamdan çekip çıkaramadım.
- Eee! Ben delirdimde onun için şey yaptım,..yani sizde herhangi bir form filan mı dolduruluyor?
Deli misiniz?
a.) Ebet
b.)   Yoo! Ne münasebet
Şeklinde; yoksa direkt olarak gömleğimi tahsis edip beni fare ve sürüngenlerle dolu odama mı postalıyorsunuz?
- Ha ha! Neler diyorsunuz beyefendi? Hangi çağdayız nç nç nç...
Sizi buraya sevk eden doktorunuzun ismini alabilirmiyim sayın...?
- Benim adım Yaver Senebe. Beni buraya getiren kişi ise “At Ferit” isimli terbiyesiz bir kimsedir efendim. Yani ortada herhangi bir doktor iteklemesi yok. Bu tamamen çevremin ve bizzat kendimin kendim için tesbitidir. Arz ederim...Bu arada bacaklarınız da çok güzelmiş hanımefendi!
- Lütfen terbiyesizleşmeyin! diye bağırdı, zavallı bana.
- Niye hanımefendi? “Jartiyerinizi yırtıp, donunuzu ağzınıza tıkayıp, ırzınıza geçmek istiyorum” demedim ki!
Allah Allaaaah...İşimiz var burada. Bunlar iyileştirecekse beni işimiz iş xmına koyayım.

                                                           II.
Güzel, temiz bir odam oldu. Etrafta dolaşan güzel hemşireler var. Bana hiç bulaşmıyorlar. Girişteki diyaloğumuz çabuk duyulmuş olmalı. Irzlarına geçebilme ihtimalimi düşündüklerinden olsa gerek, bana görünmez adam muamelesi çekiyorlar. Bir şey soruyorum, ha duvara sormuşum ha sinek osurmuş. Hepsine o “iyiliği” yapacak kadar orada kalmak gibi bir niyetim olmadığını bilmiyor salaklar.
Hadi en fazla bir veya ikisine yapabilirim ama kapıdakine asla. O şansını kaybetti.
Bana yalnızca kaknem suratlı, gayta incelemiş ifadeli profesörler bulaşıyor. Ortada tek bir soru formu var fakat ne kadar profosuruk varsa hastanede, hepsi teker teker gelip aynı soruları soruyorlar. Amaçlarını anlamıyorum ama sıkılmaya başladığım kesin. Neyi test ettiklerini anlamaya çalışıyorum. Yalan testi desen, ne alakası var? Sinir testi desen, sinir testim sinir yolunda kırıldı kırılacak. O da olmadı kaknemlerden birinin burnu kırılacak sonunda. Neyse, her ne sonuca vardılarsa beni yatağıma yatırıp serum bağladılar. Bir yığın ilaç yutturdular. Yanıma da bir refakatçi verdiler. Herif non-stop bana bakıyor. Bakışlarını kaçırsın diye ben ona bakıyorum, o daha da bakıyor.. Duvara bakıyorum, önce bana bakıyor sonra not alıyor. Yastığımı çeviriyorum hışır hışır yazıyor. Götümü kaşıyorum, o yine hışırdıyor. Çok sinir bozucu. Gerçekten. Hayal etsenize bir durumu. İşkence resmen. Osursam ne yazacak kimbilir.
“Hastamızın bağırsak faaliyetlerinde hızlanma var, iyiye işaret.. ama fena kokuttu şerefsiz” olabilir mesela. 
Adamın canı kağıt tüketmek istiyorsa varsın tüketsin diye düşünüyorum. Uyumaya karar veriyorum adamın ipek böceği seslerine kıçımı dönerek.
Fakat o da ne?



III.

Gözümde şimşekler çakıyor. Neler olduğunu kavrayamıyorum. Etrafımda olan bitenleri görsem bile anlamlandıramıyorum. Sanki boyut değiştirdim. Sağ, sol, aşağı, yukarı kavramım yok, ve hatta mekan ve zaman da karmakarışık. Ne bastığım yer, yer; ne de baktığım tavan, tavan.
Bazı şeyleri birşeylere benzetmeye başladığımda iki koca gün geçirdiğim bildiriliyor bana sevimli yatağımda. Artık ölüm tehlikesini atlatmışım. Öyle diyor annem zannederek:
“- Niye kapamıyorsun şu pencereleri artık yahu? Kuzey gelirse oyar bizi! Kutuba çevirdiniz evi be!” diye bağırdığım bıyıklı kişi. Hemen ardından birden ateş basıyor.
“- Ulan İzmir’in yazında kaloriferleri yakan o kapıcıyı ben taa .ötünden .ikeyim!” diye hırlıyorum bu kez de zavallı yeni bıyıklı anneme! Bunları sonraları öğreniyorum tabii. Yanıma verilen kızında gayet güzel bir hemşire olduğunu utanarak idrak ediyorum. Bu, aslında alkol yüzünden zaten ‘kafa binbeşyüz’ şekilde gittiğim hastanede, onlarında iyileştirme çabalarıyla iç içe geçmiş, ileri ve geriye dönük sanrılarımın kısa bir özetiydi. Devamını göriciiz...


                                                           IV.

On bilmem kaçıncı serumu taktılar kevgire dönmüş kollarımdan birine. Hep aynı deliğe boşalamıyor demek ki bu serum kardeş! Onun yüzünden kollarım delik deşik. Sadece serum olsa gene iyi. Kan almaların, yapılan iğnelerin haddi hesabı yok. Eskiden ‘iğne’ denince korkudan altına sıçan beni, iğnekolik yaptı amşireler. Gerçi onların işi bu. Hakemlerinkine benzer bir iş biraz. Hem anana avradına küfredilecek, hem de işini iyi yapmaya çalışacaksın. Zor işler bunlar...
İki meslek arasındaki fark, biri hakikaten çok mukaddes bir iş, öbürü koca koca adamların kıllı bacaklarına bakmadan şort giyip, ağızlarında düdük, milyonlarca insanın gözleri önünde koşturmaları!
Bugün baktım da takvime, tam bir hafta olmuş. Ben sıkıntıdan ortadan ikiye yarıldım, yarılıcam. Demek ki iyileşiyorum. Sağlıklı adam yapacak iş arar, bulamayınca sıkılır. Fakat problem şu ki; benim yapabildiğim en iyi iş, içmek! E o da burada olmayınca, boş kavun gibi hissediyorum kendimi. Hoş içki olsa bile öyle bir dizayn etmişler ki hastaneyi; ya yatacaksın, ya da ellerin apışaranda oturacaksın ve bekleyeceksin ki yemek gelsin. Sonra yine aynı pozisyonda kakanın gelmesini bekleyeceksin ve yapıp yatacaksın. Bu harikulade hayat için üstüne de bir ton para ödeyeceksin! Tamam, maksat içkiyi kafandan söküp atmak, ama yerine ne konulacak o belli değil. Hiçbirşeyin olmadığı yerdeki bir şey. Ama ne?
Sen bulacaksın.
Verdikleri ilaçlar adamın kafasını dümdüz ediyor. Bir doktor veya hemşire sana ismini beş kere de söylese aklında kalmıyor. İçki isteğin artık yok belki ama, bir hafızan ve bir amacın da yok artık.
İnşallah sadece şimdilik...
Öyle diyorlar...

                                                           V.

Hergün iki kere müdürümüz bizi toplantı salonuna alarak ‘psikoterapi’ kisvesi altında feci kafa ütülüyor. İlaçlar yüzünden, anlaşılacak somut bir şey olsa bile ortada, kimse bir şey anlamıyor konuşulanlardan. Alkolik ve madde bağımlılarından oluşan, geniş ve elit zümremiz, bu işkencenin sonunda gelecek olan ‘ilaçlara kavuşma vakti’ne odaklanmış durumda.
Herkesin dolabının üzerinde haftalık uygulanacak programın, gün gün ayrılmış planı yapışık vaziyette. Genelde her gün aynı, fakat bugünkü tablodaki, normalde olması gerektiği gibi, “Saat-10.00  Grup Toplantısı” yerine “Saat-10.00 Konsey Değerlendirme Toplantısı” değişikliğini bir ayrıntı olarak görüp fazla üzerinde durmuyorum. Ve de iyi bok yiyorum!
Saat on olmuş ve bir tek ben armut gibi toplantı salonundayım. Bunun da üzerinde fazla durmuyorum. “Aman, daha iyi. Kimse gelmesinde ben de şuracıkta kıvrılıp uyuyayım” modundayım. Çünkü her sabah saat altıda olduğu gibi müdür bey manyak gibi odama dalıp, bağıra çağıra halimi hatırımı sordu. Bu yüzden uykusuzum. Üstelik bu paralı esir kampında gün içinde uyumak yasak. Sebep? Akşamları rahat uyuyalım! Güzel fikir değil mi? Asıl amaç gündüz zıbarıp uykusunu almış bir bağımlının, gecenin alakasız bir saatinde ayılıp krize girerek ortalığı birbirine katmasını önlemek tabii ki.
Neyse konumuza dönelim. Beni buldular ve konseyin hastanenin uzak bir köşesinde toplanacağını söylediler. Orayı bilmediğimi söylemekle yırtamadım bu işten. Zahmetlerine kıyıp beni götürdüler. İşte orada ne feci bir kabusla burun buruna olduğumu gördüm. Sıra bana geldiğinde büyükçe bir salona alınacak; hastane başkanı, müdürü, psikiyatristleri ve psikologlarından oluşan oluşan bir komitenin çevrelediği bir “U” masanın ortasında dikilecek ve sorularına cevap verecektim. Benim için bir kabus ki ne kabus!
Sonuçta akli dengemi, alkol bağımsızlığımı en az iki hafta daha kontrolleri altında tutmaya karar verdiler. Fiziksel durumumun da bomboka yakın olduğunu belirterek, moralimi skertip, haftaya aynı gün ve aynı yerde buluşmak emriyle postalandım. Bugün pek parlak bir gün değildi yani benim için.



                                                           VI.

Bugün çok garip şeyler öğrendim. Magazin gazetecisi filan olmadığım için gördüğüm ünlü tipleri ve bazı rezaletleri isimsiz geçeyim şöyle bir. Manken bir kız geliyordu toplantılara, arada bir gazetelerde gördüğüm. Yine bir toplantı sonrası, bir iki arkadaşla hastanenin kafeteryasında oturuyoruz. Bu kız ve bizim binada yatan bir çocuk yan masamızdalar. Kız bir süre sonra kalkıp gidince çocuk bizim masamıza transfer oldu. Kullanmadığı madde kalmamış, zengin aile çocuğu bir tip. Kızın üçüncü sınıf mankenlerden biri olduğunu teyid ediyor. Cebine bir iki bin dolar koyup Etiler’e gidersen, bu ünlümtrak mankenlerden bir yığın olduğu için, herhangi biriyle kolaylıkla yatabileceğini söylüyor. Bizim grupta bunu zaten bilen ve uygulamış “para bok” tipler de var. Şaşırmıyorlar yani. Ama ben şaşırıyorum ve merak ediyorum bu kızların ‘oraları’ hangi sebepten binlerce dolar ediyor diye. Şımarıklık, züppelik, orospuluk, dejenerelik kolkola girince sonuç da böyle oluyor herhalde, diye açıklıyorum kendime. Ama bu açıklama beni kesmiyor. Hala merak ediyorum ne var acaba oralarında diye! Bu kadar parayı, böyle bir şeye harcayacak kadar zengin ve budala bir halde olursam bir gün eğer, denerim belki. Sonucu size de bildiririm...
Bugün öğrendiğim bir diğer yararlı bilgide şudur. Bir T.V. kanalının adı, kokainin kısaltması olarak kullanılıyor. Sebebi kanalda kullanmayan tek kişi bile olmadığı içinmiş.
Eskiden şikayet ederdim, niye bütün çevrem ağırlıklı olarak hırsız, üç kağıtçı, ayyaş, orospu, pezevenk, mafya elemanı filan gibi tiplerden müteşekkil diye. Belki de hep boktan yerlerde takıldığım için buluyorlardı beni. Allaha şükür yelpaze şimdi daha genişledi. Artık eroinman, asitçi, kokainman, esrarkeş ve hapçılar da eklendi. Sosyalleşmenin sonu yok! Ama fazla da gereği yok galiba. Sabahleyin, üst katta kalan ve aşırı bolluktaki paralarını nerelerine sokacaklarını bilemeyen iki tiple konuştum. Bunlar, artık uyuşturucusuzluk beyinlerine vurduğundan mıdır nedir, gece odalarına sokmak üzere iki rus kızla telefonla anlaşmışlar. Kızlar gelmiş taksiyle fakat kapıdaki görevli almamış onları içeriye nedense! Bunların da hevesleri kursaklarında kalmış. Olayı gören ve tabii ki sabah ilk iş müdüre fitikleyen hemşireler bayağı bir küfür yediler. Neyse müdür bey dikilmiş bunların kapısına sabahın köründe.
- Hastane evladım burası, kerhane değil! Kendinize gelin biraz, demiş. Üzerine yorum yapılamayacak bir durum. Akıl hastanesinin, alkol bölümündeki odana orospu çağır! Benim aklım almadı. Çocuklardan biri söyleniyordu hala:
- Hay Allah. Müdür bey’e de ayıp oldu galiba yaa!
Pes! dedim içimden...


                                                           VII.

Bunu yazmayayım, nasıl olsa kimse inanmayacak diye düşünüyordum. Ama bu da gerçek. Siz isterseniz hikaye gibi okuyun. Ben yaşlardaki iki tiple beraber toplantı salonunda televizyon seyrediyoruz. “Yüzüklerin Efendisi” ni sıkılıp patlayarak ve boş bakarak takip ediyoruz. En çok konuştuğum, nispeten diğerlerine göre daha iyi anlaştığım Barış kalktı yerinden, diğer arkadaşa doğru gitti. Pat diye elini arkadaşın arkasındaki duvara vurup küçük siyah bir örümceği ezdi ve duvardaki kalıntıyı aldı ve yedi!!! Evet, ağzına attı ve resmen yedi! Biz diğer arkadaşla dehşet içindeyiz.
- Ne bakıyorsunuz oğlum aval aval?
- Alo birader! Sen yedin mi şimdi onu hakikaten? Diyebildim ben.
- Ne var oğlum bunda? Ben karafatma da yiyorum. Hem tadıgüzel.Örümcek boğaz kurutuyor! Ormanda yalnız kalsanız iki dakkada geberirisiniz siz!
Durup dururken ormanda yalnız kalmak, o an içinde bulunduğumuz şartlar dolayısiyle, başımıza gelebilecek milyonlarca ihtimalin en sonuncusudur herhalde! Biz diğer arkadaşla birbirimize bakakaldık bir süre...
Filmdeki seyrek saçlı ucube yaratık dikkatini çekti adaşımın. Söylediği abuk sabuk şeyler komik geldi ona:
- Sevdim lan ben bu .mına koyduğumun delisini!
Varın siz anlayın artık en iyi anlaştığım kişinin, bu olduğu ortamı. Aslında ben ne anlatsam tasvir edemem burayı. Bir çoğu sadece görülebilir çünkü, anlatılamaz. En fazla, deliler koğuşundakilerle, biz bağımlıların aynı kantini paylaştığı bir durumda neler olabileceğini hayal etmeye çalışın diyebilirim. Bu durumda sevgili zavallı hemşirelerimiz de çoktan tozutmuşlar, ama haberleri yok. İnanın, doktorlar dahil, kantinin çaycısına kadar hiçbir kimsenin aklı başında değil. Alkol krizine girip, camı çerçeveyi indiren, kendisine ana avrat dümdüz giden hastaya iğnesi yapıp, üzerini örten; oradan çıkıp benim odama gelip:
            - İyi akşamlar Barış bey. İlaçlarımızı aldık değil mi? diye tatlı bir gülücükle sormak, aklı başında birinin yapabileceği bir şey değil. Cenab-ı Allah, öyle programlamış onları. Başka açıklaması yok.    


                                                           VIII.

Odamın penceresi bir sokağa bakıyor. Zemin kattayım. Önünde demir çubukları olan cam pencerenin kanatları içeri açılıyor. Dış demirler sabit. İlk günlerden bir sabah açtım perdeyi, pencereyi de açtım ki temiz ve soğuk sabah havası girsin biraz içeriye. Demir çubukların araları on beş santim kadar olduğu için dışarısı rahatça görülüyor. Dışarıdan da içerisi tabii. Normalden biraz daha erken uyandığım için, hazır kalkmışken birşeyler yazarım diye pencerenin karşısındaki, önünde ufak bir masası olan sandalyeme oturdum. Birden pencereden bir ses:
- Merhaba Cevdet abi!
Baktım esmer bir çocuk.
- Merhaba birader de, ben değilim o. Karıştırıyorsun herhalde.
- Ah Cevdet abi ah! Sen yok musun sen, diye kahkaha attı.
Dakika bir, gol bir! Kalkalı beş dakka bile olmamış, ne bu saçmalık şimdi?
- Ne okuyorsun Cevdet abi? Kitap mı o?!
- Değil!
Kısa kesip perdeyi kapattım. Meğer sokak tinercilerin merkeziymiş. Bağımlıların pencereleri, uyuşturucu satıcı ve alıcılarının, tinercilerin fink attığı sokağın göbeğine açılıyor yani. Bu şekilde istediğim herhangi bir maddeyi, bu çocuklara üç beş kuruş fazladan vererek alabileceğim hiç mi akıllarına gelmiyor bu insanların? Sen herkese günde iki kere alkol testi yap, bunların pencereleri tinercilere açılsın. Bravo! Kafam basmadı bu olaya da. Fazla durmadım üzerinde. Pencereyi bir daha açmadım, oldu bitti.


                                                           IX.

            Bol bol soda içmemi söylediler bana. Bende yapmaya alıştığım her şeyin bokunu çıkarmadan bırakamama gibi bir hastalık olduğu için, abarttım. Sevdim bu soda olayını ve günde 3 litreye yakın içiyorum. Adamcağız (Doktor Bey) bana bol bol derken, fil gibi iç demek istemedi muhakkak. Çatlayana kadar içersen de, günde yüz kere işersin tabii. Alkolü bırakmaya çalışırken, ciddi bir soda bağımlılığı çıktı ortaya. Doktor bey’e bundan bahsetmedim.
- Soda içiyorsun değil mi?
- Evet.
O kadar.
Bende bağımlılık bağımlılığı var bence. Bir şeye bağımlı olmadan yaşayamayan, ama çok da çabuk sıkılan biriyim ben. Bütün sorunlarımın kaynağı bu bence.
Demin ‘fil gibi’ derken her zaman filleri çok saçma bulduğumu hatırladım. Hortumlarına takık vaziyetteyim yıllardır. Ne hortumu ya! Çamaşır makinası gibi hayvan mı olur? Hayret bişey!
            Ne anlatıyorum ben? İçkisizlikten sapıttım gene galiba. Bok içeyim! Daha bugün gördüm alkol yüzünden tamamen bitmiş bir sürü insan. Hala içmekten bahsediyorum. Ne biçim bir illettir bu? Bence en başta alkol yasaklanmalı, veya hepsi serbest olmalı. Alkol en kötüsü çünkü. İşin içinde olmayan anlayamaz aslında ne dediğimi ama ben yine de söylüyorum işte.


                                                                       X.

Yine konsey toplantısı günüydü bugün. Saat 9:30’da başlayacağı bildirilen ama ikidir 10:15’te başlayan eziyet. Sabah 06:00’da uyandığımdan beri, normal dozun biraz daha üzerinde hap alarak, gereksiz iç daralmalarımı atlatmaya çalıştım. Ben alkole de bu sebepsiz daralmalar ve paniklemelerim yüzünden başlamıştım zaten. Uzun seneler, onları bastırmak için sürekli içtiğim süre zarfında ben bayağı bir değiştim normal olarak. Şimdilerde alkolün etkisi ortadan kalkınca görüyorum ki, benim bu bastırmaya çalıştığım iç daralmalarım ve paniklemelerim de bastırıldıkları yerde kalmamış, değişmişler. Görmeyeli baya bi serpilip, büyümüş keratalar! Artık sık sık gelip gitmiyorlar. Bize yerleşmiş durumdalar! Sürekli sıkılgan, daralgan bir vaziyette takılıyorum. İlk başlarda bu da normalmiş, geçecekmiş. Bekliyoruz bizde bakalım...
Nefis isimler buluyor doktorlar hastalıklara. Bu yönleri takdir edilmeyecek gibi değil. Benim bu hallerimin adı ‘Performansa Bağlı Anksiyete Bozukluğu’ imiş. Vay anasını! Zannedersin dünyada benden önce yalnızca bir kişide görülmüş, o da sizlere ömür. Kelime kelime çözmeye çalışsan daha bir yumağa dolanıyorsun, kedi gibi. “Yeteri kadar uğraşırsan delirebilirsin! Hadi oğlum göreyim seni, kafayı sıyırman tamamen senin performansına bağlı.” , gibi bir şeyler anlıyorum ben bundan. Kardeşim bildiğin sinir bozukluğunun kalıcı olanı işte. Nedir bu artizlik?!
İlk geceler başıma gelen geçici deliliğin adı da çok şahane. “Delirium Tremens”. Hey babalar be! Finlandiya’lı bir rock grubunun ismi olsa mesela, herifler sadece isimle milyonlarca albüm satar!
Neyse konsey diyorduk. Ben üç buçuk saat boyunca kendime şu süreç için eziyet etmişim. Sıram geliyor ve ben yüksek konseyimizin huzurlarına geliyorum.
- Buyrun Barış bey, oturun!
- ...
Bizden canı istediği zaman sorumlu olan bir bayan psikoloğumuz var. Böyle diyorum çünkü bizim psikoloğumuz olarak tanıtıldı kendisi. Fakat bir sorunun olduğunda bazen dinliyor, bazen de:
  - Bunu sorumlu psikologla görüşmeniz daha doğru olur, diyor. Yarı sorumlu mudur, geçici sorumlu mudur, sorumluluklarında kaçan sorumsuz ve sorunlu bir kişilik midir nedir, anlayamadık bir türlü. Ama aşırı derecede güzel bir kadın. Gerçekten müthiş güzel...Neyse bu hanım, toplantıda, yanındaki ilk defa gördüğüm bir adama bendeki gelişmeleri (veya gerilemeleri tam anlayamadım) latince anlatıyor. Ben önlerinde kaz gibi oturuyorum. Bitince o adam bana dönüp:
- Hmm...Peki Barış bey, bir sorunuz var mı, bize sormak istediğiniz? Diyor.
- Hayır... Yok...Yani Hangi konuda?
- Peki iyi günler Barış bey, haftaya görüşürüz!
Ne anladınız şimdi siz bundan? Ben bi bok anlamadım, kusura bakmayın...Bu her iki taraf için de sonsuz faydalı geçen görüşme için hırpalamışım kendimi üç buçuk saat. Daha sonra öğrendim part-time sorumlu psikoloğumuzun benim için ruhsal ve bedensel olarak iyi şeyler söylediğini. Şaşırdım biraz aslında. Bir önceki gün, sabahın köründe, bu ve dört konsey mensubu,  tam donumu değiştirirken odama dalmış, giyinmemi beklemiş, bi kaç soru sorup gitmişlerdi. Beşi de kadın. Tamam, bize sabah uyandırılırken haber verildi ama tam saati belirtilmedi. – Gelecekler, denildi. O kadar.
Kapılarda kilit olmadığı ve  bilerek kapı çalmadan girdileri için bu şekilde yakalandım. Ya tam o sırada tuvalet ihtiyacım gelse, veya hiç hesapta olmayan bir “sabah ereksiyonu” durumuna denk gelseler ne olacak?! Bi şey olacağı yok. İyi olacak ve kendileri kaşınmış olacak.
Kadının ilk sorduğu soru bir psikoloğa göre oldukça başarısız.
- Eee. Anlat bakalım, nasılsın?
Hafiften kızdım bu soruya. Lazın birinin dünyanın en gelişmiş bilgisayarına test etmek için, –Eee, ne var,ne yok? Diye sorarak aleti patlattığı fıkra geldi aklıma.
- Bilmem! Ne bilmek istiyorsunuz tam olarak?
Bir kaç alakasız soru daha sorarak iyice bunalttı beni kadın. En son:
- Ağır sıkıntıların oluyormuş. Ne zamanlar mesela?
- Mesela şimdi! Beşiniz de bana bakıyorsunuz ve aslında cevaplarını sizden beklediğim sorular soruyorsunuz, dedim. Baktım biraz ağır kaçtı, hafif güldüm, şakaymış gibilerinden. Bundan sonra benim için iyi şeyler söylemesine şaşırdım yani komisyonda.
“İyi olmak nedir tanımlayıp bunu iyi hissetmekle karşılaştırın” diye bir yazı ödevi vermişti dün sayın müdürümüz. Ben de yazdım bir şeyler. Sen tut onu bugün salonda herkese oku.
            - İşte size ders gibi beş cümle bu konuyu anlatan. Barış bey yazmış, okuyorum, diye başladı. Pek bir gururlandım.
-“İyi olmak” daha çok maddi bir şey gibi geliyor kulağa. İyi bir işiniz varsa, arabanız, eviniz varsa, güzel bir aile hayatınız, iyi bir geliriniz varsa, sağlığınız iyiyse “iyi”sinizdir. Ama kendinizi iyi hissetmeyebilirsiniz. “İyi olmak”, “kötü hissetmeyi”; “kötü olmak” da “iyi hissetmeyi” tetiklemiştir bende hep. Bu çarpıklığın sebebinin de, hedefi “iyi olmak” üzerine kurmamam olduğunu düşünüyorum.- diye yazmış idim. Eee, her gün de kabus gibi geçecek diye bir kural yok!

                                                                       XI.

Canınız akıl almaz bir şekilde sıkılıyorsa ve siz bunu geçirmek için oturup duvara bakıyorsanız ve bunun dışında herhangi başka bir şey yapmanızın mümkün olmadığı bir tımarhanede iseniz,  kendinizi pek iyi hissetmiyorsunuz, söyleyeyim. Denedim. Tavsiye etmem. Bir süre sonra duvarda şekiller görmeye başlıyorsunuz ki, hiç hayra alamet değil. Aman ha! Bugüne kadar içtiklerim burnumdan fitil fitil geliyor. Oh olsun! Da diyemiyorum, zira söz konusu eşşek benim. Bu öyle bir damga ki, bir kere yedin mi artık hayatın boyunca sen bir alkoliksin,nokta! İster iç, ister içme. Böyle diyor buraya defalarca düşenler. En az iki hafta kalınan bu hastaneye 42 kez yatmış biriyle tanıştım. İnanabiliyor musunuz? 42! Yani 84 hafta = 21 ay. Neredeyse iki sene alkol tedavisi. Arkadaş elli yaş civarı. Kafa gayet güzel çalışıyor fakat hareketler saçma sapan. Jack Daniel’s şişesini 28 saniyede dikip bitirmesiyle övünüyor hala. Bir litre votkayı 30 saniyenin altında temizleyememesinden şikayetçi. Boka batmanın sonsuzluğunu kavramaya çalışıyorum. Karaciğerim ‘kıllık’ yapmasa, ben de gayet tam gaz bu yolda gidiyor olacaktım. Umarım sana bundan sonra, senin bana baktığın gibi iyi bakabilirim sevgili karaciğerim...
- Doktor bey, doktor bey koşun! Hastamız karaciğerine mektup yazıyor, diye viyaklardı şimdi bir hemşire zart diye odama dalsa! Güzel olurdu. Gülerdik biraz.
Aradan zaman geçtikçe, hastaneye rus kızları çağırma fikrinin rezilce olması bir tarafa, mümkün olduğunu anladık. Yerleri silen hastane görevlisi adam bir gün bizlere dışarıda, akşam yemeği sonrası geyiğindeyken akıl verdi.
- Çağırın abi. Gelsin kız. Uydurun bişeyler. Kuzenim geldi, bu gece refakatçi olarak o kalacak deyin. İstediğinizi refakatçi tayin edebilirsiniz. İlla hemşire olacak diye bi kural yok ki.
- Sahiden lan!
- Ulan yarın çıkıyorum, şimdi mi söylenir bu, ibne!
- Babamdan 500 dolar yollamasını istesem kıllanır mı lan acaba? Şeklinde cümleler sarfedildi. Sonuçta kimse bi bok yemedi tabii ki. İş geyik boyutunda kaldı. Fakat benim aklıma bir şey takıldı. Sordum ben de:
- Ulan madem gelen kız senin kuzenindi, niye sabaha kadar bağırttın kızı, sapık pezevenk! demezler mi adama?

                                                           XII.

Paranızı evin içinde bir yerlere saklamak istediğinizde standart bir şekilde en bakılmayacak yerler geçer gözünüzün önünden. En alakasız, en son düşünülecek yer olarak bir yeri saptar ve oraya koyarsınız, değil mi? Sonradan unutup, siz de bulamayabilirsiniz bir daha. Onu bilemem. Benim istediğim, aynı durumda saklanacak şeyin para değilde içki şişesi olduğunu ve saklayan kişinin de alkolik biri olduğunu düşünürsek ortaya ne çıkabileceğini kurcalamak. Bir alkolik, parasını gerçekten bulunması çok zor bir yere saklayabilir. Herkes kadar şansı vardır bu konuda. Ama konu alkol ise orada bir durmak lazım. Dünyada hiçbir insan evladı, içki şişesini saklamak isteyen bir alkolik kadar zeki olamaz! Paralarını yatağın altında ilk bakışta görülmeyen bir yere sıkıştıran veya bir sırt yastığının kılıfının içine koyup, yastığı da, yatak odasındaki dolabın en üst gözüne tıkıştıran alkolik başarılı sayılabilir. Ama saklanacak şey ufak bir içki şişeşiyse işler değişir. Evde sadece kendisinin yediği ve buzdolabı gibi herkesin ulaşabileceği bir yerde bulunması gerekmeyen mısır gevreğinin içine gömmek iyi bir fikirdir. Bu aynı zamanda parayı saklamak için de iyi bir yerdir, ama onu düşünememiştir o anda. Evde hiç kimsenin tadını beğenmediği için içmediği, uyduruk bir cins meşrubatın kutusu da ideal bir ortam olabilir. Boşalt, içine istediğini koy. Nasılsa kimse dokunmuyor. Arada bitirip yenisini al, hepsi o kadar. Arada birisi:
-Nasıl içiyorsun şu pis şeyi,diye çıkıntılık yapabilir. Varsın yapsın. Peki neden parayı buzdolabında bu şekilde, gerekirse kumbaraya atar gibi, rulo halinde saklamayı düşünemedin? Bu ve benzeri onlarca dahiyane fikir biliyorum bukonuda. Bir kısmı benim yumurtladığım, bir kısmı da bana anlatılanlar. Ne sonuç çıkar bundan bir bakalım:
Normal halinde seyreden beyin, birden performansını katlayarak süper bir iş çıkarıyor. Neden? Alkol onun için artık paradan bile değerli bir durumda, hatta en değerli şey konumundadır. Beyin için artık vücudun diğer organlarının işlevlerinin yönetimi de ikincil konumda. Ama senin beynin, eğer alkol kullanmıyorsan, bir şeyi saklamak için ilk çözümleri bulacaktı, ikinci ve daha akıllıca olanları değil! Alkol kullanımı, kendini korumak için, performansını kapasitesinin üzerine çıkarttığı beyni kullanıyor!
Ben şeytanın kokusunu alıyorum bu işte. Ne dersiniz?


                                                           XIII.

Yirmisekiz saniyede viski şişesinin dibini gören arkadaşın eşinin doğum yapma hihayesi de bir utanç abidesi. ‘Yedi sekiz sene öncesi bir gece’ karısının doğum sancıları tutuyor. Buraya dikkat. ‘Yedi sekiz sene öncesi bir gece’ onun tabiri. Yani oğlunun, bırakın doğduğu günü ve ayı, doğum yılından bile tam emin değil! Neyse eşini başarıyla yetiştiriyor hastaneye. Kadın iç çamaşırlar, gecelik, ıvır zıvır şeyler getirmesini söylüyor bizimkine. Evden alıyor hazırladığı çantayı, yüklüyor taksiye ve halen daha bize bir türlü ne isimde ve nerde olduğunu tarif edemediği hastaneye doğru gazlıyor. Fakat o gün İstanbul’un tarihi sayılabilecek denli aşırı yağışlı bir günü. Yarım saatte beşyüz metre kadar yol katedince taksi, panik atak teşhisli kardeşimiz atlıyor arabadan dışarı, koşup iki büyük votka alıp geliyor. Votkaların ömürleri onbeş yirmi dakikada bitiyor. Taksi hala aynı bölgelerde takılıyor. Bu yine koşup bu sefer üç büyük votkayla geri geliyor.
- Sen de içer misin birader?
- Ver abi yaa, ver .mına koyiim, ver! diyor şoför abi.
Evden çıkıştan beri kimbilir ne kadar zaman geçmiş, zurna gibi olunmuş, evden çıkış amacı tamamen unutulduğu için, çanta da takside bırakılmış, alakasız bir yerde taksi terk edilmiştir artık. Neyse abimiz içmeye karar veriyor ve gördüğü ilk birahaneye dalıyor.
Karısı doğumunu yapmış, aradan saatler geçmiş. Kadın yavaş yavaş kendine geliyor. Bebeğinin varlığının ılık keyfini kokluyor. Kocası da hastanede ama aynı şehirdeki başka bir hastanenin alkol komasından dolayı yoğun bakımında...



                                                           XIV.

Çocuk benden beş altı yaş genç. Evli ve bir kızı var. Geldilerde geçenlerde ziyaretine cümbür cemaat. Ailesi, karısı, çocuğu filan hepsi gayet düzgün, aklı başında, tatlı insanlar. Fakat bizimkinin bir kusuru var. Kendisi deli! Önceden normalmiş belli ki ama haplarla beynini kevgire çevirmiş. İyi kalpli ve kırılgan bir tip olduğu için zırvaladığı zaman gönül rahatlığıyla ağız dolusu bir s.ktir de çekemiyorsun. Fakat oturup dinlemek mümkün değil adamı. Hiç kesintisiz, üç beş saniyede bir değişen konulu, süper hızlı bir monolog, herifin yaptığı. Her an kolayca delirebilirsiniz anlamaya çalışırsanız. Araya laf sokmaya çalışıyorsun, seni duymuyor bile. Legal hapları yutunca böyle oluyor. İllegal haplara bağımlı ama burada legal olan alternatifleriyle yetinmek zorunda. Alınca da böyle oluyor. Hiçbir şey kullanmaması söz konusu değil. Delirerek ölür. Amaç, davranışlarını ve düşüncelerini, vücuduna en az vererek, normale yakın tutmak ve yaşam süresini uzatmak. Kızı üç buçuk yaşında.
- İnanır mısın, toplasan üç buçuk ay ya görmüşümdür ya da görmemişimdir kızımı,dedi. Kendi ayrı evi var.Eşiyle oturdukları ev var, bir de anne babasının evi. Bu üç ev arasında dolaşıp duruyor. Tabii eğer hastanede veya bir uyuşturucu madde bağımlılığı tedavi merkezinde filan değilse. Beş sene kadar (!) önce evlenmişler. Merak edip sordum:
            - Kusura bakma birader ama, karın senin götüne tekmeyi niye basmadı şimdiye kadar?
            - Bizde olmaz öyle şey abi, dedi. – Biz Çerkez’iz.
            - Haydaa! Tamam siz çerkez olabilirsiniz ama ya kızın çerkezleşmeye niyeti yoksa?
            - O da çerkez ki!
            - Hmmm.....
Bu da böyle işte....


                                                                       XV.
Yarın yine konsey toplantısı var. Bu defa hazırlıklıyım. Sorun var mı? dediklerinde, dört adet soru soracağım kendilerine. Yazdım hepsini. Kısmetse hafta sonu, Cumartesi çıkacağım buradan. Önceden benimle gelenlerin hepsi gitti. O gruptan bir ben kaldım. İki adet kız var yenilerden. Gerisi erkek. Nasıl olmuşsa olmuş, ikiside çok güzel kızlar. Mel (kısalttım), iri mavi gözlü. Kocaman dudakları, minyon yüzüne sonradan yapıştırılmış gibi. Ama cuk oturmuş. Saçları kızıl. Japon çizgi filmlerinden fırlamış gibi. Dupduru bir bakışı ve tavrı var. Genelde mankenlerde olduğunu bildiğim, aşırı yeme-yediğini kusma, hastası. Bu yüzden bir deri bir kemik, bulut gibi dolaşıyor etrafta. Yaş yirmi bir. Toplantılarda en çok o ‘ha bayıldım, ha bayılıcam’ modunda. Kızcağızı ilgilendirmiyor ki bizim alkole bulanmış dertlerimiz. O sadece bir şeylere fena bozulmuş zamanında, canı sıkılınca kusuyor. Canını sıkmıyoruz bizde ‘su perimizin’. Bir tek bana gülüyor., ona da gülme denirse. Gözümün içine bakıp, dudaklarını hafif büküyor. Başkalarına o da yok. Aramızda on dört yaş fark var. Parlak bir gelecek beklemiyor,gerçekleşme olasılığı zayıf birlikteliğimizi. Geçelim o zaman. Sevgiler Mel...

            Nur’un soyadını yazmazsam anlaşılmaz nasılsa kim olduğu. Nur’u kısaltamadım çünkü. Kafanızda “Poison Ivy” nin Drew Barrymore’una biraz “Tatlı Cadı” nın Samantha’sını katın. Gözler kısık ve zümrüt renginde. Saçlar turuncuya kaçan kızıl. Hafif çilli bir cilt. Bu da ikinci kızımız. Yaş yirmi yedi ama en fazla yirmi gösteriyor. Tımarhaneden bizim bölüme yükseldi! İlk bir kaç gün delilerin yanında tutmuşlar, sakinleşsin diye! Ailesi bırakmış onu buraya, parasız ve cep telefonsuz. Kalma süresi belirsiz. Ailesi isteyince alacak. – Bunu düzeltip geri verin. Düzelmezse sizde kalsın, istemez.- mantığıyla hareket ediyorlar ama hata ediyorlar. Çünkü bu kız hem düzelmeyecek, hem de burada kalmayacak. Bu kesin. Anormal güzelliğiyle yeni taşındığı odasından indi, yanımıza geldi. Terlik üzerine askeri pantalon, onun üzerine de, görünmeyen dizlerine inen tek parça kahverengi, garip kesimli bir elbise gibi felaket bir giysi bile üzerinde güzel duran birinden bahsedeceğim, sıkı durun. Merdivenlerden sekerek inip, topallayarak burnumuzun dibine gelip,
- Merhaba! Oturabilir miyim ben de? diyene kadar anlayamadık sağ ayağının kırılmış ve alçıda olduğunu. Kimse hipnozdan kurtulup da yerini veremedi bir süre. Ayılınca bir anda çil yavrusu gibi dört bir yana dağılıp, bir iki saniye içinde karşı karşıya yerleştirdik iki sandalyeyi. Oturdu, ayağını da karşısına oturttu ve bizi esir aldı. Bu kadar. Bütün hikaye bu kadar aslında. Küfürsüz cümle kuramayan, ibnesiz fıkra bilmeyen, sarhoşkenkilerden başka anıları olmayan biz, birdenbire sizli bizli konuşmaya başladık ya, en çok ona güldüm. Hiç kimsenin ‘orası’nın keyfini düşünecek hali yok burada. Tamam, biraz salaklaştık topluca ama toparlandık hemen. Sevdik yeni delimizi. Alkolik ve ot içmeyi seviyor. Ailesi onu delilerin yanına tıktıktan sonra pencereden kaçmaya çalışırken ikinci kattan düşüp kırmış ayağını. Yakalayıp, ayağını alçıya alıp, epey bir sakinleştirmişler ilaçlarla. Bugün, sipariş getiren pizzacıyı iki saniyede tavlayıp altından motosikletini aldı ve o ayakla hastane içinde bir tur attı. Müdür bey:
- Nur hanım! Eğer kafanızı kırsaydınız, ailenizin bana dava açma ve hayatımı karartma hakkı olduğunu biliyorsunuz değil mi? dedi sakin ama mosmor bir suratla.
Bizimki pizzacıya ne dedi? Pizzacı her isteyene veriyor mu bu aleti? Pizzacı salak mı? Kız bu kadar mı güzel anasını satayım?...Bunlar geçiyor bulanık beyinlerimizden, ama Nur’a baktıkça hak veriyoruz pizzacıya. Kiminle konuşsa aklını alıveriyor iki dakkada. Deliymiş! Nur, her hareketiyle bütün dünyaya deli muamelesi çekiyor fakat dünya bunu anlayamayacak kadar sefil bir salaklık içinde. Kıza aşık olmuş filan değilim. O yaşları bir kaç yüz sene önce geçtim ben. Abartmıyorum da. Fakat güzelliği ve zekası sinir bozucu. Bu kadarı mümkün değil, şaka filan mı bu, diyerek etrafınıza bakınıyorsunuz, gizli kamerayı görmek için. Ancak bu kadar anlatabilirim işte. Ama kendine acımasızca zarar veriyor.  Kolay değil herhalde bu meziyetleri taşımak. Ağır geldiği için, bozarak yükünü hafifletmeye çalışıyor sanki. Böyle yorumladım ben. Tanıştıklarının ertesi günü, pahalı bir cep telefonu alıp hediye etti kıza, arada bir uğrayan eski bir alkolik. Nur, telefonu münasip bir yerine sokmasını tembihleyip, kafasına attı adamın! Şaşırmadık ne Nur’un bu tavrına, ne de adamın yarım günde darmadağın oluşuna. Böyle acaip bir şey dolaşıyor yani dünyamızda, haberiniz olsun.
Son yıllarda gördüğü en ağır anksiyete bozukluğu hastası olduğumu beyan etti müdürümüz konsey toplantısında. Diğer tüm doktor ve doktor adaylarının önünde. Adamı seviyorum ama bu dünyaya, amacı benim moralimi bozmak olan gizli bir misyonla gelmiş gibi davranıyor. Son yılların en ağırıymış! Kıçımı ye! Hafif olsa tımarhanede ne işim var benim düdük makarnası?! Nur ne yaptı bundan sonra dersiniz? Nasıl bir tepki gösterdi sizce? Sen git bizden yarı sorumsuz psikolog kadına beni şikayet et. Sebep; en kötü durumda olan hasta ben olamazmışım. Hastanedeki en başarılı deli kendisiymiş! Bunu yaptığına inanamadım önce ama başkaları da tasdikleyince durum kesinleşti. Kız benim hastalığımı kıskanmış! İnanılır şey değil! Böyle bir “arıza” ne gördüm, ne duydum.
Son bir kaç gündür hep birlikte geziyoruz. Birbirimizden hem hoşlanıyoruz, hem de korkuyoruz. Çok değişik ve eğlenceli. Garip ama çocuk oyunu gibi bir ilişki.
Geçen gün delilerden birisi beni kolumdan çekip:
- Abi? demişti.
- Ne var?
- Senden korkuyom ben!!!
Nur’la bende olduğu gibi bütün deliler birbirinden korkuyorlar galiba. Burayı gördükten sonra buranın normal, dışarının sahte ve insan gerçeklerinden epey bi uzak olduğunu anlamış olmak da korkutuyor beni. Ne kötü şeymiş bu iyileşmek be!
Nur hastaneyi birbirine katarak, insanları birbirine düşürerek –ki bunu çok iyi beceriyor- ne yaptı etti, odasını değiştirip benimkinin tam karşısına geçti. Kapıyı açınca burnumun dibinde artık. Kalan iki günü onun insanı armuta çeviren, alakasız ama çok sıkı komikliklerinin baskısı altında geçireceğim anlamına geliyor bu.
Sevgiler Nur....


                                                                       XVI.

Yarın çıkıyorum kısmetse buradan. Normalden fazla kaldığım için benden önce ve sonra gelenlerle birlikte toplamda epey bir insanla tanıştım. Hemen herkes daha önce yatıp çıkmış. Prosedürü gayet iyi biliyorlar. Bir hafta içmeyip, serumla temizlenen; hastane çıkışını meyhanede kutlayan tipler bunlar! Paran bolsa yap tabii. Kimse sana: “- Kalk lan şuradan eşşek herif! Senin yüzünden gerçekten ihtiyacı olan ama parası olmayan şu adamı yatıramıyoruz” demez. Demedi de. Ben hayatımda bu kadar lüks arabayı bir arada görmedim. Bahçemiz, hastane bahçesi değil, Etiler’de bir araba galerisi sanki. (Allah bilir bir tane vardır, ben de durup dururken onun reklamını yapmış olurum. Ya da bir tane bile yoktur ki, o zaman iyice saçmalamış olurum. Veya.. Öff yeter. Neyse ne...)
Bir de benim gibi ilk yatışı olanlar (inşallah son olur) var. Genelde süre standart. İki hafta. Benim gibi süresi uzayanlar istisna. Bu tipler ilk iki gün, bağımlı oldukları madde her ne boksa, o kesilip yerini serum-ilaç ikilisine bırakıverince zombi gibi geziyorlar. Bu normal. Ama bu iki üç gün geçip biraz bitleri kanlanınca çeneleri açılıyor. Hastanedeki herşey iğrenç oluyor birden. Yemekler kötü, hemşireler baytar gibi, doktorlar anlayışsız, yataklar yamuk yumuk, odalar bakımsız vs.vs.
Her şey mükemmel değil tamam, kabul. İyi de burası da hastane be birader, otel değil ki. Yoksunluğunu çektiği maddeyi alsa burayı beğenecek halbuki. Nitekim bu tipler çıkışlarına az kala 180 derece çark edip:
- Ya, n’apıcaz abi çıkınca?
- Bilmiyorum hoca. Gene aynı ortamlar, gene ev hali, gene alkol filan herhalde ne bileyim!
- Abi kalsak mı dersin biraz daha?
- Ne biliim .mına koyiim, şeklinde neredeyse birebir aynı muhabbeti yapıyorlar. Buradan sevinçten atlayıp zıplayarak çıkan görmedim. Gülen bile görmedim. Hepsinde bir ‘ayakları geri geri gitme’ hali, bir mahzun ifade var.

“Düşman seni vurdu ama yaralandın sadece. Bilincini kaybedip bu sipere düştün. Baygın kaldın bir süre. Gözlerini açınca gördün ki içine düştüğün siper, kan, bok, çamur ve fare dolu. Evet bu doğru ama dışarıda da kurşun var. Hadi sen seç küçük asker!”
İşin psikolojik açıklaması bu bence. Bizim gibiler için tam bir sığınak burası. Çıkanlara periyodik olarak toplantılara gelmeleri söyleniyor. Hafta da bir veya iki gibi. Buradan nefretle ayrılmış arkadaşınız, bir bakıyorsunuz kuzu kuzu gelmiş toplantıya. On senedir düzenli gelen tipler var. İçki neden içmediğini unutmamak için. İçenlerin ne hale geldiğini tekrar tekrar görmek için. Buraya zorunlu olarak değil, kendi isteğiyle gelebildiğini kendine kanıtlamak için. Hepsinden önemlisi biliyor ki dışarısı insanın canını acıtıyor. Evi, koruyucu sığınağı hala yerinde duruyor mu diye bakmaya geliyor. Oradaysa seviniyor.
Demek hala kaçacak bir yer var...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder