15 Aralık 2011 Perşembe

Melek

                MELEK


- Aptallığımı kaybettim.
- Ne demek şimdi bu?
- Neyin var senin, diye sormadın mı Pelin? Onun cevabı işte.

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeyiz.
Ben, varlığından az önce haberdar olduğum “Niğde Gazozu” içiyorum. Bir boka benzemiyor!
Pelin çay içiyor. Ben çay içmem. Kahve içmem. Sırf meraktan ve cılız mönüde hemen göze çarptığı  için ısmarladım bu gazozu.
- Versene şundan biraz, diye şişeme doğru hamle yaptı Pelin.
- Olmaz. Sıkıca sarıldım şişeme.
- Niye be?
- Çok çirkin. İstersen evde yaparım sana ben bundan.
- Hadi canım nasıl olacak o iş?
- Büyükçe bir tencerede bolca şeker eritip, kıçımı açıp içine gaz çıkarır, kapağını kapatıp buzdolabında da biraz bekletirsem oldu sana meşhur “Niğde gazozu”!
Pelin yüzünde acıma ifadesiyle sırıttı:
- Az önce ne demek istediğini tam anlayamadım ama seni gerçekten endişelendiren şey aptallığını kaybettiğin düşüncesiyse, boşuna endişeleniyorsun. Hiç kaygılanma. Yerli yerinde duruyor.
- Sağol tatlım, diyerek öptüm onu. Filmlerde vampirlerin ısırdığı yerden. Hoşlanırdı bundan.
Galiba!
En azından ben hoşlanırdım.
- Sen olmasan ne yapardım ben? dedim gözlerinin içinde dalıp giderek…
- Gazoz işine girersin işte ne güzel!
Bir kadının benimle alay etmesini, hele bir de üstüne böyle nefis gülüyorsa çok seksi buluyorum. Ender olur ama oldu mu da üstüne atlamamak için zor tutarım kendimi ayıptır söylemesi.



Bir süredir Türkiye’deyim. Kendi ülkemde…
Özlememişim.
Birini veya bir yeri özlediğimi hatırlamıyorum zaten. Öyle bir duygum yok. Ben, ben olduğum sürece yer değişikliğinin bir anlamı yok. E, insan zaten sevmem. Özlemek ne demek ki o zaman?
Karnım acıkınca Türk yemeği canım çekmiştir yabancı ülkedeyken. Ama bu da bir özlem sayılmaz herhalde. Karnımı bir şekilde doyurunca geçiyor çünkü.
Ne diyorduk?
Aptallığım benim için önemli.
Çalıştığım iş yerinde bazen başarılarımı filan övüyorlar ki hiç hoşnut olmuyorum bundan.
Patronum bir İngiliz firmasını aramamı istedi benden. On dakika uğraşıp telefondan hat alarak karşı tarafı aramayı beceremedim.
O kadar mutlu oldum ki.
Başarı veya zekamın övülmesi beni ne kadar yere gömüyorsa, yanlışlarımın yüzüme çarpılması bir o kadar bana iyi geliyor. İşe yarıyor.
Bunu en iyi beceren, Allah.
İnsanlar bunu hakaret etmeden yapamıyor. Ben de ya ağızlarını kırıyorum ya da dayak yiyorum.
Uzun seneler böyleydi aslında. Artık değil. 
Epeydir değil...
Kedi gibi bir şey oldum. Hiç kavga çıkarasım yok. Dayak yiyesim hiç olmadı zaten.

- Şimdiye kadar yazılmış en iyi hikayeyi yazalım seninle, ne dersin? dedi Pelin.
- Yok öyle bir şey!
- Nasıl bir şey yok?
- En iyi hikaye diye bir şey yok. Dünyanın en iyi hikayesi saçmalığı! Olsaydı şu anda o hikayeyi hepimiz biliyor olurduk değil mi?
Dünyanın en iyi kitabı, en iyi grubu, en iyi parçası…
Bunlardan hep bahsedilir ama yokturlar.
- Ben senin dünyanın en iyi hikaye yazarı olduğunu düşünüyorum.
- Ben hiç hikaye yazmadım. Üstelik yazar da değilim.
- Yazdıkların ne o zaman?
- Bilmem. Dışarı çıkma zamanı gelmiş şeylerin benim anladığım dile çevrilmesi diyelim.
- Ne o “şeyler”? Yaşadıkların mı?
- Emin değilim.
Başını sağına çevirip hafifçe pofladı Pelin:
- Seninle sohbet etmenin işkenceden farkı yok!
- Biz sohbet mi ediyoruz?
- Allah’ım sen aklımı koru, diyerek çayını dipledi Pelin.
Tam bu sırada bir “sinirlenince çok güzel oluyorsun hayatım” filan patlatsam kesin kalkar giderdi. Ama yapmadım. Dursun kızcağız. Kime ne zararı var? Ayrıca hakikaten sinirlenince güzelleşiyor mu ne?
Demek sinirli olmadığı zaman çirkin bir insan. Bu fikrimi paylaşsam mı acaba kendisiyle?
- Ne düşünüyorsun?
Genelde kafam bomboştur. –Hiç- dememek için çaprazımızdaki masadaki kadının güzel bacaklarına sürünen kediyi işaret ettim.
- Ne? diye şöyle bir bakıp döndü.
- Kadını mı, kediyi mi?
- İkisini de…
- Nasıl yani?
- Bak Pelin. Konuşmayı sevmediğimi biliyorsun. Kediyi düdükleyip kadını evde beslemeyi düşünüyorum. Ha, tam tersi daha iyi fikir diyorsan o da olur. Kadını düdükleyip kediyi evde bes..-
- Tamam kes şunu.
- Niye? Hikaye yazmak zannettiğin şeye tam da başlamıştık halbuki!
Gözlerini iri iri açmış bana bakıyordu. Anlamaya çalışıyordu.
Ben de öyle…



                                                                                              *
Kedi tek gözünü kırpıp başıyla onu takip etmemi işaret etti.
- Kalk Pelin. Gidiyoruz.
Masaya üç beş fazlasıyla hesabı bıraktım.
- Ne oluyoruz yahu? Nereye?
Kedi önden, biz arkasından yürümeye başladık. Arada bir arkasına bakıp gelip gelmediğimizi kontrol ediyordu.
- Kediyi takip etmediğimizi söyle lütfen!
Cevap vermedim.
Birkaç ara sokağa daldık. Sonunda eskilikten yıkılmak üzere olan, ahşap, köhne, dışarıdan bile duyulan kesif bir sidik kokusu yayan bir evin bahçesinde durduk.
Kedi, düdüklü tencereye benzeyen ama üzerinde yanıp sönen ışıklar olan bir şeyin yanındaydı.
Gözümüzün önünde yavaş yavaş takım elbiseli bir adama dönüştü.
Ceplerini karıştırdı. “Birinci” marka sigara paketi çıkardı. Dedemin hayal meyal görüntüsü belirdi kafamda. O zamandan beri görmemiştim bu paketi.
- Epeydir görmemiştim bu paketi, dedim.
- Geçen geldiğimde aldım, dedi.
- Nasıl ya? Otuz senede bir mi geliyorsun? Ayrıca nereden geliyorsun ki sen?
- Uzaktan...kendi gezegenimden…
- Uzaylı mı şimdi bu? diye sordu bana Pelin.
- Evet dünyalı! Sakın dost musun, düşman mısın diye sormayın, kafanızı kırarım. Her seferinde aynı terane!
Bizim on dakikamız burada birkaç haftaya denk gelir. Neyse yormayın siz o ufak beyinlerinizi bunlara da bi çakmak ver bakalım koç! dedi bana bakarak.
- Bir kediden azar işitiyoruz, olacak iş değil, diye sesini yükseltti Pelin.
- Koskoca uzaylısın, bir çakmağın mı yok, diye tersledim ben de.
- Hadi hadi uzatmayın, ver şu çakmağı.
Önce onunkini, sonra da kendi sigaramı yaktım.
Derin bir nefes çekti sigarasından. Dumanını da burnuma üfledi. “Birinci” sigarası hala çorap kokuyordu.
- Epeydir içmiyor gibisin. Bu düdüklü tencerenin içinde zor oluyor galiba. Yoksa sizde de mi kapalı yerlerde sigara içme yasağı var, he he…
- O benim aracım. İçine ancak kedi boyutunda olduğumda girebiliyorum. E! Kediyken de sigara içmek zor oluyor takdir edersin ki. Patiler filan…
Evet, tabii ki anlamında kafamı salladım. Mantıklı konuşuyordu.
- Ee! Gidiyor musun şimdi, diye sordu Pelin.
- Yok canım, ne münasebet. Beni gezdireceksiniz bu gece. Sizi seçtim. Çok şanslısınız!
Pelin’le birbirimize baktık.
- İyi de niye bizi bu uzay tenceresinin yanına kadar yürüttün ki? Baştan söyleseydin ya uzaylı olduğunu.
- İnanmanız için.
- Yahu kediden insana dönüşüyor, bir de belki inanmayız diye bize aracını gösteriyor. Neyine inanmayalım? Şu an şunu anladım ki uzayda bizden başka akıllı canlı yokmuş, diye haşladı uzaylıyı  Pelin.
- İnsanların gözü önünde bunu yapamayacağımı kafanız almıyor mu?
- Peki niye biz? diye sordu Pelin.
Dedim ya, şans! Ha bir de şu kardeşime yazacak malzeme çıksın diye, dedi omzuma sağlam bir yumruk çakarak.
- Sağol, dedim. Madem ta nerelerdense oralardan geldin, biz de seni gezdiririz tabii. Söyle bakalım nelerden hoşlanırsın, nereye gitmek istersin?
- Bilmem! Bi boğaz yapalım, sonra sıkılırsam Everest’e bi bakarız belki.
Pelin’le yine aval aval bakıştık.
- Yavrum sen bu olmayan yer yön duygunla nasıl gezegen gezegen dolaşıyorsun? dedi Pelin. - Boğaz nereee, Everest tepesi nere?
Pelin’in kulağına eğilip fısıldadım:
- Yahu elin inine cinine niye yavrum mavrum diyorsun?
- Hah! Beni kıskanmadığın bi uzaylı kalmıştı, o da oldu, tam oldu!
- Ne konuşuyorsunuz fısır fısır? Vakit kaybediyorum. Benim buradaki bir günüm, kendi gezegenimde…amaan neyse hadi gidelim artık.
- Tamam, dedim. Nereden başlıyoruz? Boğazdan mı?
- Evet rakı-balık iyi gider. Öyle dandik bir yer istemem. Mezeleri sağlam bir yer düşünün. Sonra en ünlü gece kulübü neresiyse oraya götürün. Karı-kız görelim biraz.
Pelin’le ben ağzımız açık dinliyoruz.
Kulağına eğildim yine:
- Abaza uzaylı!
- Gece için de en iyi otelden bir süit lazım. Uyuyacaz herhalde. Ha! Bir iki Rus, ben odama girdikten yarım saat sonra kapımda olsun.
Pelin eğildi kulağıma bu kez:
- Ya ne pis bi uzaylıymış bu ya! Resmen pezevenklik hizmeti talep ediyor bizden bu! Gönderelim gitsin Barış.
- Saçmalama Pelin. Herif kediden adama döndü iki dakkada. Bizi eşek yaparsa ne olacak? Kuş yaparsa ne olacak? Ya da ne bileyim hamam böceği yaparsa ne olacak? Düşün bunları kızım. Böcek olursan çiftleşmem ben senle!
- Allah Kahretsin! Ne biçim bi şeye bulaştık biz böyle.
- Aranızda fısıldamayın dedik değil mi? Ne oluyor? Ne var?
- Bu dediklerin kaç para tutar haberin var mı senin, dedim. Haberin yok belki ama burada parayla olur bu işler ve o kadarı da bizde maalesef ki yok!
- Hımm, dedi. – Cebindeki en büyük parayı ver bana.
- Niye?
- Soru sorma. Ver!
Ben puflayarak cüzdanımı çıkarırken, Pelin dokunsam ağlayacak haldeydi.
- Al! Yüz lira.
- Kaça patlar bize bu işler?
- Hmm, Üç kişi, yemek, içki, en fazla 500 olsa, gece kulübü de bir o kadar olsa, otel, taksi, Ruslar filan derken 2-2 bin beş yüz filan herhalde.
- Ne çabuk hesapladın, diyerek karnıma bir dirsek koydu Pelin.
- Pelin saçmalama. Sallıyoruz şurada.
Biz hırlaşırken birden adamın elinde onlarca yüzlük banknot belirdi.
- Bunlar yeter mi?
Gözlerimize inanamıyor, birbirimizi dürtüp dürtüp gülüyorduk.
- Ne oluyosunuz be? Kedi bedenimi insana dönüştürürken neden bu kadar şaşırmadınız?
-İstediğin kadar yapabilir misin bunlardan, diye sevinçle bağırdı Pelin.
- Tabii.
Gitmeden bize bolca bırakır mısın bunlardan sana zahmet, diye sordum.
- Olur. Ama önce işi görelim!
                                                                                              *
Aslanlar gibi iki büyük rakı devirdi gözümüzün önünde. Yediği yuttuğunun da haddi hesabı yoktu.
- Sizin oralarda kıtlık var galiba, dedi Pelin.
 Güldü ve bağırdı uzaylı:
- Seviyorum ulan!!!
A-ha dedik. Kelle oldu bizimkisi. Hiç de olmamıştı halbuki. Akıllara zarar, tadından yenmez bir muhabbeti vardı. Kendim dahil olmak üzere herkesi korkunç derecede can sıkıcı bulan ben, acayip neşeliydim. İlk defa kafa dengim birini bulmuştum şu dünyada, o da bu dünyadan değildi zaten.
Ne kadar acıklı…
Gece kulübünde üçüncü veya dördüncü viskisini  diplediğinde,  kıçını  veya memelerini veya çoğunlukla her ikisini birden beğenmediği ve bunu yüksek sesle ifşa etmediği kadın kalmamıştı. Dayak yemememiz mucizeydi.
- Sizin oralarda kıtlık var galiba, dedi yine Pelin.
Yine güldü ve bağırdı uzaylı:
- Seviyorum ulan!!!
- Aynı şeyleri söyleyip durmasan?
- Sen de aynı şeyleri sorma o zaman. Evet gezegeninizi seviyorum, üstelik vaktim de çok kısıtlı. Uzun süre kalmam mümkün değil.
- Dünyayı seviyor olmanın daha mantıklı bir açıklaması olamazdı zaten, dedim.

Taksiye bindiğimizde hala sonuncu isteği için hakkında hiçbir girişimde bulunmadığımı fark ettim acı bir şekilde.
- Murat! diye bağırdım. Adamımız o idi. Oteli mi vardı Aksaray’da, ortağı mıydı neydi tam hatırlamıyordum. Hemen aradım.
- İki bacaklı olanlardan istiyosun di mi ağbim?
- Ne diyosun Murat? Kafayı mı yedin?
Üç bacaklı da var da ondan soruyorum ağbi. Translar yani.
- Rus dedik oğlum. Yoksa sende hem Rus hem de travesti olan da mı var? İyiymiş valla!
Pelin öyle bir tokat çaktı ki, cep telefonum köküne kadar kulağıma girdi sandım.
Pelin’in varlığını tamamen unutmuş olmam affedilir bir hata değildi. O da affetmedi zaten. Üstelik de bana pek çok adaba aykırı sözler sarfetti.
Sustum hak etmiş olduğum için.
O da sustu bir süre sonra.
Önemli olan, son görev de tamamlanmıştı. Taksiciye istikametimizi bildirdim.
Pelin’ doğru uzandım öpmek için. Kafasını çevirdi…


Otelin önünde önce Pelin’e sonra da bana sarıldı.
A! Az daha unutuyordum:
Yerden bir saniye önce orada olmadığına yemin edebileceğim orta boy bir bavulu aldı.
- Bu senin, diye iki eliyle kavrayıp karnıma gömdü.
- O’na iyi bak.
Gözüm bavuldaydı.
- Ona değil. Onun içindeki sana bakacak zaten. Ben kıza iyi bak diyorum.
Beni kolumdan sıkıca kavrayıp Pelin’den uzağa çekiştirdi.
- Kusura bakma Pelin. Bizim erkek erkeğe konuşmamız gereken iki üç dakkalık bi konu var.
Pelin, göz kapaklarını bir saniye kadar kapalı tutup başını öne eğdi, tamamdır, siz işinize bakın manasında.
Uyumlu kızdı.
- Çıkar bakalım şu West Ice paketini de seninle son bir sigara içelim. Sevdim ben bu sigarayı ha!
- Çorap aromasız. Sevicen tabii.
Cebimdeki dolu yedek paketi verdim ona.
Açık olandan yaktık birer tane.
- Beni iyi dinle. Bu bir diyalog olmayacak. Ben konuşacağım sen dinleyeceksin. Konuşmam bitene kadar tek kelime bile etmeyeceksin.
Birden aşırı ciddi ve sert bir tavır takındığı için itiraz etmedim. Başımı sallayarak onayladım.
- Buraya gelmem benim için bir ödül. İşimi iyi yaptığım için kısa bir tatil bonusu diyelim.
Sigarasının dumanını yine burnuma üfledi.
- Öyle mi? İşin ne ki senin? dememe kalmadan ağzımın üzerine hayatımın yumruğunu çaktı.
Yere kapaklandığımda ağzımdan ve sanırım daha çok burnumdan oluk gibi kan boşandı.
Pelin’e baktım bize doğru deli gibi koşuyor olduğunu umarak.
Elini; işinize bakın, ben böyle iyiyim manasında, havada görünmeyen bir şeyi hafifçe süpürür gibi salladı.
- Şu anda o bizi, ben nasıl görmesini istiyorsam öyle görüyor. Gördüğü şey karşılıklı tatlı tatlı sohbet ettiğimiz. Kalk ayağa ve bir daha sözümü kesme!
Yere kan tükürdüm. Sıkıca sümkürdüm çıkacak tüm kan bir an önce çıksın da kanama dursun diye.
Pek işe yaramadı.
Ayakta onu dinlemeye geçtiğimde, kan çenemde birikip birikip üstüme başıma damlıyordu.
- Rekora gidiyorsun geri zekalı. Salı günü işinden dönerken sana çarpacak arabayı son anda fark etmeni sağlayarak doğduğundan beri 3012.kez hayatını kurtardım. Evet rakama şaşırabilirsin çünkü bunların yüzde doksanını tehlike olarak bile fark etmedin. Fark ettiklerine ise hep bir kulp buldun. Yok “şansa bak”, yok “ ibne şoföre bak, neredeyse üstüme çıkıyordu”, yok “ İyi ki uçağı kaçırmışım”, yok “Allah korudu”…
Allah korumuş. Yok artık!
Allah artık sizinle değil!
 O kadar kitap gönderdik, niye okumuyorsunuz? Okuyanınız da çevirdiğiniz dolaplar yüzünden bir bok anlamıyor ya neyse.
Senin Allah’ın benim koçum!
Ve beni çok yoruyorsun.
Bizimkiler senin ölmeni istemiyor. Sebebini bilmiyorum ve en az senin kadar merak ediyorum.
Bir halta yarayacağını düşünüyor olmalılar. Bence o bildiklerini zannettikleri şey her neyse, yanılıyorlar.  Ama beni asıl şaşırtan şey, ‘seni öldürmeyi çok fena kafaya takmış olanın’  azmi.
Hemen aklına şeytan gelmesin. Onu siz bir tarafınızdan uydurdunuz. Biz kitaplarda ne dedik, siz ne anladınız!
İnsan bedeniyle varlığın; bu dünyada olman, bir şeyi çok rahatsız ediyor. Benim anlamadığım, bana emir geldiğinde sana yardımımı keseceğim ve zaten sen en geç bir iki gün içinde gebereceksin. O halde kim neyi alıp veremiyor ve niye sen ve nedir bu acele? Son zamanlarda o fark edemediğin ataklar çok sıklaştı çünkü.
Elimi kaldırıp söz istedim.
Gülümsedi.
- Tamam, tamam, konuşabilirsin.
Öksürüp boğazımı temizledim ve rengi artık daha açık kırmızı olan ağızımdaki birikintiyi tükürdüm. Ve söz aldım:
 - Peki. Konuyu şöyle bir özetleyelim istersen. Sen benim meleğimsin. Görevin beni bu dünyada korumak. Daha doğrusu uzaktayken korumak ama dünyada pataklamak. Doğru mu anlamışım?
- Zevzekliği bırak ve devam et. Sorularıma cevap bulabilmem için seni daha iyi tanımalıyım.
- Bunun için ne yapabilirim bilmiyorum. Ben de pek bi numara yok. Gördüğün gibi biriyim işte.
Ha! Şu konuda haklı olabilirsin. Bir şekilde doğduğumdan beri başıma gelmedik terslik kalmamış hakikaten. Annem anlatırdı. Ben bu durumun devam ettiğini ve bir şeyin beni sürekli kolladığını düşünürüm hep. Sürekli boğazıma kadar boka batarım. İntihar etmeyi çok sık düşünürüm. Ama bir şeyler oluverir her seferinde ve ben dörtayak üzerine düşerim. Yani bu durumda sana ne kadar teşekkür etsem az gelir değil mi?
- Evet!
-Hmm. Tamam o zaman.
Sigara?
- Ver bakalım.
Birden aklıma Pelin geldi. Yarım saattir filan konuşuyorduk ve üstelik ben dayak yemiştim. Ona baktığımda hiç de halinden rahatsız gözükmüyordu.
Bizimki aklımı okudu sanki:
- Onu merak etme. Bizim bir saatimiz onun on beş saniyesine denk geliyor şu anda.    
- Eeh yeter be! Çarpıcam suratına şimdi bir tane ha!
- Denesene, dedi pis pis sırıtarak.
Vazgeçtim.
Ama kızgındım.
Ve bir o kadar da bezmiş…
- Bak, dedim.
Bütün gün ve gece beraberdik. Benden alabileceğin bir bilgi, bir işaret, herhangi bir şey olsaydı şimdiye kadar çoktan almış olman gerekmiyor muydu?
Kafamı allak bullak ettin. Cevabını senin vermen gereken soruları bana sordun. Öyle değil mi? Bütün bunların tezgahlandığı yerden gelip de benden daha fazlasını bilmiyor olman senin için korkunç bir başarısızlık değil mi?
Bak sana fikrimi söyleyeyim:
Beni birkaç bin defa daha ölümden veya katlanılmaz zorluklar ve acılardan filan kurtaracaksın. Ve bir gün aynen senin dediğin gibi, sana görevinin bittiği söylenecek ve ben öleceğim. Dünya benim varlığımdan bir şey kazanmadığı gibi yokluğumdan da zerre kadar etkilenmeyecek. İnsanların neredeyse tamamı özel olduğunu düşünür. Ama değildirler ne yazık ki. Ben de sadece onlardan biriyim işte. İşini ve beni önemsemekten vazgeç. Söylediğin garipliklerin istatistikten öte bir anlamı yok.
- Bitti mi?
- Bilmem. Saçmalamaya devam edip etmeyeceğine bağlı.
- Sen salaksın!
- Bilmediğim bir şey söyle.
- Bugüne kadar kaç kişi meleğiyle yaşarken yüzleşti sence?
- Meleğinin yılışıklığına bağlı olarak az da olabilir çok da!
- Komik mi bu?
- Tabii! Ağzımı kırmasaydın gülebilirdim hatta. Kendimi çok güldürürüm ben.
- Aferin sana.
- Bence de. Neyse söyle bakalım içinde kalmasın. Kaç melek dünyaya inip koruduğu insanı sopalamış?
- Hiç. Bu daha önce hiç olmadı. Bunun da mı bir anlamı yok senin için? Evet, tabii ki seninle yüzleşmek istiyordum. Her melek ister koruduğu insanla birkaç dakikalığına da olsa konuşabilmeyi. Ama boyut farkından dolayı bu imkansızdır.
- Sen iyice zıvanadan çıktın! Yasak mı, imkansız mı bi karar ver. Arada baya bir fark var çünkü! Üstelik herhalde her ikisi de değil ki buradasın.
- Bizimkiler isterlerse yaparlar. Seninle buluşmam da emredildi ve oldu.
- Kutsal kitaplarda bu tip cümleler var hakikaten!
- Bir şekilde kaderine dahil edildim. Sebebini ve sonucunu bu bir ilk olduğu için bilmiyorum.
- Bir haltı da bilsen düşüp bayılacağım zaten.
- Olacak olan her ne ise yakında olacak sanırım. Bu yüzden hep beraber olacağız. Ve nelerin bizi beklediğini anlayacağız.
- Buluştuğumuzdan beri beni kandırıyorsun yani. Hani fazla kalamazdın, hani gidecektin filan? Ne yalancı melekmişsin sen be! Bize hiç bahsetmedilerdi üçkağıtçı meleklerden!
- Böyle olmalıydı. Sana baştan anlatsaydım ya kaçardın ya da delirirdin.
- Kediden adama dönüştüğünde hiç de öyle bir şey olmadı biliyorsun. Kaçsak o zaman kaçardık.
- Beyninizi uyuşturdum da ondan.
- Hay yaşa! Tam iş yapılacak adamsın.
“Özmelek Üçkağıtçılık- Yalan Dolan Unlimited!
Süper kartvizit olur. Dünyayı ele geçiririz seninle biz.
- Olacak olan budur belki…
                                                                                              *
Bavuldaki para yedi ceddimize yeterdi.
Küba’ya gitmek istiyordum.
Ölmeden Castro’yla görüşebilmek.
Ben veya o ölmeden önce.
Görünüşe göre iki ihtimal eşit uzaklıktaydı.
Hemingway’in masasına oturup yazı yazmak.
İzin verirlerse tabi…
Verirlerdi bence.
Küba iyidir.
Pelin’le harika günler ve geceler geçirdik.
Kısa keseceğim.
Akşam yemeklerini Fidel’le onun davetlisi olarak yiyorduk. Yemekten sonra onun çalışma odasına geçiyor, rom içip sohbet ediyor, Küba puroları içiyorduk.
Gündüzleri Pelin’le beraber çocuklar gibi oynuyorduk Küba’nın olağanüstü denizinde.
Akşam üstleri Pelin’i gezmeye gönderip, masaya Hemingway için de içki koydurup yaptığımız hayal ettiğim sohbetleri kağıda döküyordum.
Kendimi ölmeden önce ki son istekleri sorgusuz sualsiz yerine getirilen bir idam mahkumu gibi hissediyordum.
Bir sakıncası yoktu.
Bütün bunların nasıl gerçekleşebildiğini mantığım açıklayamıyordu. Ama bir şekilde gerçekti bu yaşadıklarım ve şu saatten sonra ölmemin hiçbir kötü yanı yoktu.
“ İnsan kendini en mutlu hissettiği anda intihar etmelidir.”
Bunu kastettiğini biliyor ve senin de şerefine içiyorum Steinbeck…

Meleğimle bir anlaşma yapmıştık. Bundan sonra hep benimle olması gerektiğini söylemişti. Buna karşılık ben de ona iki hafta benden uzak durmasını, Küba’ya tatile gideceğimi ve O’nu ve saçmalıklarını en azından bu kadarlık bir süre için duymak istemediğimi söyledim. O’da;
- İki haftamız olmayabilir ama öyle olsun, diyerek ortadan kaybolmuştu.
Tam iki haftanın dolmasına bir gün kala, şans meselesiyle ünlü 13. günde yani, kapalı olan cep telefonum çaldı. O’ydu tabii ki.
- 3013!
- Yanlış numara, diyerek telefonun kapama tuşuna bastım boşuna olduğunu bilerek.
- Bak şakacı çocuk beni iyi dinle. Haberler pek iyi değil.
- Bana iyi bir haber verdiğini hatırlamıyorum.
- Senin hayatta kalmana 3013. Ve son kez yardım edeceğim. Artık bana başına geleceklerle ilgili bilgi verilmeyeceği bildirildi. Artık tamamen yalnızız. Seninle işim bitene kadar da geriye dönüşüm yasaklandı.
- Güçlerin ne alemde peki. Şapkadan tavşan çıkarabiliyor musun hala?
- Sanırım evet
- Güzel.  Eee bu sefer nasıl geberecekmişim peki?
- İşte orası biraz moral bozucu. Artık büyük oynuyor bu “şey”. İşini şansa bırakmamaya niyetli.
- Söyle be adam ne olacak?   
- Üç saat sonra korkunç bir deprem olacak. Küba’nın sulara gömülmesine üç, senin aktarmalı uçağının kalkmasına iki saat var. Biletleriniz odada. Pelin’in kırmızı ceketinin iç cebinde.
- Allah’ım! Allah’ım!
- Efendim!
- Kes şunu be! O kadar insan ne olacak peki? Fidel ne olacak? Düşünen yok mu?
- Yok!
- Eğer gerçekten bensem bunun sebebi, pire için yorgan yakmak değil mi bu?
- Senin atasözü dağarcığını dinleyecek vaktim yok. Pılınızı pırtınızı toplayıp hemen topuklayın.
- Dur bir dakika. Nereye gideceğiz?
- Nepal. Everest Tepesi!
- Everest ha? İlk tanıştığımızda da söylemiştin. Başka yer mi bilmiyorsun, nesin?
- Acil kaçış noktamız orası. Gelince anlayacaksınız.
                                                                                              *
Koskocaman metal bir top hayal edin.
İçindeydik…
Önce, dağın eteğinde ilk bakışta fark edilmesi neredeyse imkansız ufak bir kovuktan içeri girdik.
Asansör benzeri bir kafes bizi vakumlar gibi hızla yukarı çekti. Üç-dört saniye sonra durdu.
Çok soğuktu.
Dağın zirvesine yakın olmalıydık.
Pelin’le ben nefes almakta zorlanıyorduk.
Devasa kürenin önündeydik. Dağın içindeki büyük oyukta, hiçbir yere temas etmeden öylece havada asılı duruyordu.
Eliyle bize yol gösterir gibi girmemizi işaret etti.
Ortada gözle görülür bir kapı filan yoktu.
Asansörümsü nesne ile arasında ince bir köprü yol vardı. Yoldan dikkatlice yürüdük ve yaklaştıkça metal kütle bulanıklaşıyor ve sisli, puslu bir görünüme bürünüyordu.
Çok modern ama bir o kadar da sade döşenmiş olarak anlatabileceğim kürenin içine, normal bir evde, aralarında kapı olmayan bir mutfaktan salona girer gibi elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdik.
Peşimizden O’da girdi ve anında tüm iç yüzey, ilk başta gördüğümüz o metalik halini aldı.

Dünya ortadan ikiye yarılsa bile burada bize bir şey olmayacağını anlattı. Uzayda ufak bir metal bilye gibi salınıp duracağımızı söyledi.  Oksijen, yiyecek ihtiyacı gibi somut cevaplar gerektiren maddesel sorularıma nedense bir Türk gibi cevap verdi:
- Yeter, yeter, yorma kafanı sen bunlarla. Abin sana bi balayı güzelliği de yapmasın mı yani?
- Abim misin, melek misin, Allah mısın nesin bir karar versen artık! Ne olduğunu bilemediğim için sana bir ad da takamadım. Sen zaten söylemedin. Adın ne senin hakikaten?
- Tanık de bana!
- Tarık mı?
Güldü. Ancak bir melek bu kadar dolu ve içten gülebilir diye düşündüm.
- Hayır. Tanık.
Balayıymış! Balayı dediğin üç kişi geçirilmez!
Hele dünyadan izole bir hücrede hiç. Üstelik biz Pelin’le evli bile değiliz.

Tüm çabası boşunaydı. Bunu adım gibi biliyordum. Peşimdeki kötülüğü ondan çok daha iyi tanıyordum. Doğduğumdan beri beraberdik zira. Atladığı nokta buydu işte. Başıma gelecek bir bela mutlaka gelecekti. Önlemeye çalışmak anlamsızdı. Hem belki de gerçekten bir an önce ölmem gerekiyordu. Şimdiden kim bilir kaç yüz binlerce insan benim yüzünden hayatını kaybetmişti. Adının Tanık olması da garipti ve neye işaret ettiğini anlamıyor, bilmiyordum. Bildiğim; tanıklık edeceği bir şey varsa o da benim hayatta kalmam pahasına dünyanın göz göre göre yok olmayacağıydı. Buna izin vermeyecektim.
Ölüm fikriyle bir derdim hiç olmadı. İntihar fikrini hep sevdim. Sempatiyle yaklaştım.
Bizleri ölümsüz kılabilecekken, bunu yapmayan, sürünmemize göz yuman Tanrı’ya olan kızgınlığım bile artık eski gücünden uzakta.  “ Aman! Vardır bir bildiği” diyerek seneler süren derin nefretimi dolaba kaldırıvermiştim bir anda beynimin derinliklerinde bir yerlere. Ne derinliğiyse ayrıca o? İki buçuk santim filan mı? Dünya üzerinde kendini bi bok zannederek kımıl kımıl oynaşan virüsler olduğumuzu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Bu dünyanın asıl sahipleri doğduğu anda kendine yetebilen; hayatta kalmak için anne, baba gibi bakıcılara ihtiyaç duymayan canlılardır.
Geri kalanı sonradan imalattır. Nuh’un gemisiyle tepeden inmeler... ve… Adem, Havva gibi kovulup hazır yapım gelenler…   
Kira kontratımız doldu belki de. Veya ev sahibinin canı istedi, artık kendi evinde kendi oturacak.
Ki sonuna kadar da haklı. Evin içine sıçtık zira.
İşte tüm bunları günler, geceler boyunca anlatmaya çalıştım Tanık’a. Dışarı çıkmalıydım.
Kendime ait olmayan bir kararla dünyanın yok oluşuna sebep olacağıma, kendime ait bir kararla illa öyle olması gerekiyorsa ben yok olmalıydım. Dünya yok olacaksa zaten yok olur, ki bu bir gün nasılsa olacak, buna neden ben sebep olayım ki?
Tanık’ın savaştığı şey “kader”di. Ve onu yenmek ihtimal dışıydı…
- Peki. Bu “peki” beni ikna ettiğin anlamına gelmiyor. Ben kendi açımdan bakıyorum duruma. Sana yardım edebilmem için gereken bilgi akışı artık yok. Olacak olan, olana kadar da beraber olmamız istendi. Belki görevim, bana verilen ad gibi yalnızca tanıklık etmek. Peki dostum. Öyle olsun. Çıkıyoruz buradan. Var mı kafanda bir yer?
- Finlandiya! Hep görmek istemişimdir. Şöyle güzel bir deniz kıyısı evi ayarla bize balayılık! Şöminesi olsun. Güzel yemekler, İskoç viskileri, kaliteli purolar…eksiklik istemem. Rahat ettir beni Tanık. Pelin’le hayatımıza girdiğinden beri her şeyimiz alt üst oldu. Eğer bunlar son günlerimizse, bari böyle ayrılalım dünyadan.
Gözleri yaşardı Tanık’ın. Ne biçim melekti bu böyle? Ağlamalar, duygulanmalar filan.
- Hareket zamanı o zaman çocuklar. Şömineyi yaktım bile.
- Melek dediğin böyle olur işte. Aslanım Tarık!
- Sensin Tarık. Ayrıca daha iki saniye önce melekliğimi beğenmediğini düşünüyordun. Ne oldu da değiştin? Sevmem ben ikiyüzlülüğü ha!
- Sen de düşüncelerimi okuyup her boku bilmeyiver! Biz insanlar ikiyüzlülüğümüzle hayatta kalırız. Bak yeni bir şey daha öğrendin bizden ne güzel, diyerek omzuna vurdum.
O’da benim omzuma vurdu ve yere kapaklandım. Elinin ayarı yoktu ayı Tarık’ın.
- Kafandan geçenlere hakim ol bakiim, küfür sevmem ben. Elini uzattı yerden kalkmam için.


                                                                                              *
Finlandiya Günlüğü:
Gün 1: Sevgili günlük. (he,he)
Hayatımda ilk defa günlük tutuyorum ve inan bana kendimi hiç bu kadar salak hissetmemiştim. Ben seninle mi konuşuyorum şimdi yoksa kendi kendime mi? Deliliğin daniskası!
Neyse söyleyeceğim şey şudur ki günlerin sayılı sevgili günlük! Ben gidici olduğum için dolayısıyla sen de öylesin.  Birileri; nalları dikmeden önce ve bunun pek yakında olacağını bilerek yaşayan bir adam, son günlerini nasıl ve ne gibi hisler içerisinde geçirmiş diye merak ederse –ki hiç zannetmem- okusun diye yazıyorum.
Meleğim Tanık, ben ve sevgilim Pelin’le gün batımını seyretmeye gittik. Saatlerce bekledik ama batamadı bir türlü. Buralarda böyleymiş bu iş. Mevsimi değilmiş.
İlk gün ve ilk deneme için çok bile yazdım sana sevgili günlük.
Görüşürüz.

Gün 2: N’aber?
İyi misin günlükçüğüm? ( hey güzel Allah’ım, niye giriştim ki ben bu işe durup dururken?)
Ev süper. Yiyip içiyoruz, sevişiyoruz. Hepimiz değil manyak günlük! Hemen yanlış anlama her şeyi. Biz Pelin’leyken ortalardan kayboluyor bizimki.
Radyo hep açık. Klasik müzik kanalına sabitledik.  Tanık bazen kanal değiştirip haberleri dinliyor ama. Bir felaket haberi yakalama peşinde.

Gün 3: Bizim keyfimiz gayet yerinde ama Tanık’ın davranışlarında bir takım gariplikler başladı. Sabahtan beri güldüğünü görmedim. Bizimle neredeyse hiç konuşmadı ve bildiğim kadarı ile yemek de yemedi. Neyse yakında çıkar kokusu. Yarın sabah bi yoklarım ben onu, sana da şimdiye kadar yaptığım gibi yatmadan günlük raporumu veririm.

Gün 4: Tanık’ın morali berbat durumda.  Yine de ağzından birkaç laf alabildik. Dün sabah biz uyurken kapıya üç kişi gelmiş. Konuşmak istediklerini söyleyip dışarı çağırmışlar. Ormanda bir süre yürümüşler.
- Bir anlaşma teklif ettiler. Sakın tek bir soru bile sormayın bana! dedi.
Şimdilik başka bir şey bilmiyoruz.

Gün 5: Tanık sabah bizi radyonun başına çağırdı. Susup dinlememizi istedi, biz de itiraz etmedik. 
Haber kanalını açtı:
·           Kudüs’te gökten kan boşaldı. Saatlerce süren kan yağmuru yüzünden insanların neredeyse tamamının aklını yitirdiği söyleniyor.  Bilim adamları bunun nasıl mümkün olabileceği konusunda bir açıklaması şimdilik yok. Kan örneklerinden alan Şam Üniversitesi Kan Merkezi, kanın ne kanı olduğuna dair bir eşleştirme yapamadığını duyururken, örneklere ulaşan NYBC (New York Kan Merkezi) ise durumu doğruladı ancak bunun,  içinde RH faktörü bulunmayan insan kanına oldukça benzemekle birlikte kesinlikle insan kanından farklı bir örnek olduğunu belirtti.
Kendilerine “Esseneler’in Oğulları” adını veren bir gurup, kanın; uzaylı atalarının, maymundan insan oluşturmadan önceki saf hali olduğunu, yani bu kanın Tanrı’larının kanı olduğunu açıkladı.
·           Seattle’ı 9.7 vurdu!  Amerika kıtası ve dünya tarihinin en büyük depremlerinden biri sonucu ölü sayısının şimdiden bir milyonu aştığı tahmin ediliyor.
·           Çin’de tanımlanamayan hastalık! Hükümetin bildirdiğine göre iki gün içindeki resmi kayıp 123.023 kişi. Ebola’ya benzer belirtiler gösteren fakat ondan çok daha hızlı ve ölümcül yeni tip bir RNA virüsünün yol açtığı düşünülen hastalığın ülkenin birçok yerinde eş zamanlı olarak baş göstermesinden dolayı herhangi bir karantina işlemi başlatılamıyor. Hastalık havadan bulaşma da dahil olmak üzere bilinen her yolla bulaşıyor ve ölüm, virüsün vücuda girişini takiben en geç iki saat içinde gerçekleşiyor ve hastayı, iç organ dokularını sıvılaştırarak kan torbasına dönüştürüyor. Acilen panzehir bulunmazsa 48 saat içinde 10 milyon, bir hafta içinde ise 1 milyar insanın virüsten dolayı hayatını kaybedeceği tahmin ediliyor.
·           Tüm dünyada borsa işlemleri durdu. Halk paralarını alabilmek için kapanmış olan bankaları yağmalıyor…
Bunların seninle paylaşacağım son bilgiler olmasına karar verdim günlük.  İşler iyi giderse bir gün yazmaya devam ederim. Birlikteliğimiz uzun sürmedi ama seni sevmeye başlamıştım bile.
Kendine iyi bak…

Haberleri dinleyip odama çekilip günlüğüme son satırlarımı yazıp salona geri döndüm.
Tanık’ı, o üç adamın ona ne söylediğini bize derhal anlatmazsa öldürmekle tehdit ettim. Buna gücümün yetmeyeceğini o da, ben de biliyorduk. Yine de anlattı.
Tanık’a beni öldürmesi gerektiğini, aksi halde başlamış olan kıyamet sürecinin bir hafta içinde tamamlanacağını bildirmişler.
- Kim bunlar? Bu kadar heveslilerse neden kendileri yapmıyorlar şu işi?
- İşler çoktan beni aştı, dedi Tanık. –Senin niye Finlandiya’yı seçtiğini bilmiyoruz. Buraya dokunamadıklarını biliyor muydun? Tam altımızda riske atamayacakları kadar önemli bir şey varmış, dedi.
- Geri zekalı herif! diye haykırarak üzerine atladım. Ağzına, burnuna ve artık neresine denk gelirse deli gibi yumruklamaya başladım. Hiç karşılık vermiyordu. Ben de bir süre sonra yorgun düşüp yanına serildim.
- Benim ölümle bir problemim olmadığını söylemedim mi ben sana? Hani seçimime saygı gösteriyordun?
- Evet ama unutma ki ben Tanık’ım. Sadece izleyeceğim. Artık müdahale yok. Ayrıca Finlandiya’yı seçmenin, senin bilinçaltına seni korumak için konulmuş bir komut olduğu da çok belli. Bu savaş bizim savaşımız değil anla artık. Bırak ne olacaksa olsun. Senin istediğin de bu değil mi zaten? Hepimiz piyonuz. Farkımız; sen şahı tehdit ediyorsun! Bunu sen seçmemiş olabilirsin ama değiştirmek için yapabileceğin bir şey yok.
- Var. Kendimi öldürmek!
- Dene istersen. Ben, ne yaparsan yap beceremeyeceğinden eminim.
- Bu onlar için çok önemli olan şeyin üzerinden giderim. Finlandiya’yı terk ederim.
- Ne ile? Uçak seferleri iptal. İnsanlar evlerinden çıkmıyor.
- Kalbime bıçak saplarım.
- Dene, dedi.
Denedim.
Mutfağa koştum. Ekmek bıçağını iki elimle sıkıca kavrayıp derin bir nefes alıp verdim ve tüm gücümle kalbimin üzerine gömdüm.
Sapından kırıldı!
Defalarca türlü bıçak, çatal, elime ne geçtiyse denedim. Ya kırıldılar, ya yamuldular, ya da birden kor haline geldiler ve elimden fırlatmak zorunda kaldım.
Dehşet, panik, korku, ümitsizlik
…bunlardı yaşadıklarım.
Dünya benim yüzümden -ki ben ne Allah’ın cezasıysam artık- yok oluyordu, oturduğum yerden milyonlarca insanın ölümünden sorumlu oluyor ve hiçbir şey yapamıyordum.
- Peki Tanık sana bir soru!
- Sor bakalım.
- Bu adamlar…Kötü tarafın adamları diyelim…
- Evet?
- Kapıya kadar geliyorlar. Beni değil de seni ormana götürüyorlar. Beni götürüp boğazlayıverseler ya! İlla doğal bir felaketle mi ölmem lazım? Böyle mi zevki çıkıyor bu işin nedir?
- Güzel soru.
- En sinir bozucu cevaba başlama şekli!
- Güzel soru çünkü ben de aynısını onlara sordum.
- Beni niye öldürmediklerini mi? Sağol çok incesin! Peki cevap?
- Onlar elçi! Uygulama organı onlar değil. Teklifi ilettiler ve gittiler.
- Ne ağır bir hiyerarşik düzen varmış sizin oralarda. Geberticiler filan diye bir organ yok mu peki bu işleri halleden? Vardır muhakkak. A-ha! Azrail ne iş yapıyor? Bu değil mi işte onun görevi?
- Evet bravo ama “O” bizden. Onlardaki durumu inan bilmiyorum. Kimlerle, kimle veya nelerle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorum. Bildiğim iyinin ve dolayısıyla da daha güçlü olanın tarafındayız.
- Şu milyarlarca insanı sinek gibi öldürmek üzere olan “iyi” taraftan bahsediyoruz değil mi?!
- Evrenin genel düzeninin bozulmaması adına bazı fedakarlıklar yapılabilir!

                                                                                              *
O gece, yani dünyadaki son günüm olduğundan habersiz olduğum günün gecesi bir rüya gördüm. Gerçekten çok daha gerçek…
Bir balıktım.
Etrafımda türlü renkler ve çeşitlerde hepsi birbirinden güzel, ayrı birer sanat eseri olan sayısız balık yüzüyordu. Sadece benim etrafımda değil, her yerdeydiler. İçinde bulunduğumuz su sonsuzdu sanki. Ucu bucağı, üstü altı, genişliği boyu belli değildi.
Bir ışığın güzelliğine aşık oldum. Ona doğru yüzdüm. Yaklaştıkça kalbim aşktan patlayacak gibi oluyordu.
Işık beni içine aldı ve konuştu.
Beynimin içinde duyduğum sesin güzelliğinden kendimden geçecek gibi oluyordum.
- Merhaba benim sevgili küçük balığım.
Yuvana hoş geldin.
Dünya artık yok. Orası hepiniz için küçük bir yolculuktu sadece.
Bu gördüğün bir rüya değil. Asıl rüya geride kaldı.
Evinizin altındaki aracı az daha ele geçireceklerdi. Bu her şeyin sonu olurdu. Neyse ki Tanık; sen ve Pelin uyurken onu yerinden çıkardı ve eski bedenlerinizi dünyada bırakarak, gerçek bedenlerinizle sizi bana ulaştırdı.
Gözlerinden tanıdım az ötemde durmakta olan artık anlatılamaz güzellikte bir balık bedenine bürünmüş olan Pelin’i.
Ölen insanlar için üzülme benim tatlı balığım. Onlar, içlerindeki yaşayan tek şey olan saf balığı öldürmüş olanlardı. Yani zaten ölmüşlerdi. Aralarından “onu” koruyabilenler zaten burada diriltildiler.
Buraya isim bulmaya çalışma…aynı şekilde bana da…
Benim için neden özel olduğunu da anlamaya çalışma.
Artık özüne, yuvana, tamamen sana ait olan sonsuz güzellik hükümdarlığına geri döndün.
Aşk artık sonsuza kadar seninle  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder