3 Ocak 2012 Salı

Sevimsiz


                                             I.

‘Sevimsiz’ bence en doğru kelime...
Hayatın çabuk geçtiği filan yok. Uyanıkken ki yaşadığımız zamanın yüzde doksan dokuzunda canımız sıkılıyorsa, ki benim öyle, bu zamanımızı olağanüstü berbat kullandığımızın veya ruh hastası olduğumuzun kanıtı. İkisi birden de olabilir tabii. Ruh hastaları da senin benim gibi insan işte. Ki benim deli olduğum tescilli. Sizinkini de bir an önce tescil ettirmenizi öneririm. Hiç öyle ne münasebet filan demeyin. Ben bu yaşıma geldim, tonlarla insan tanıdım. Gönül rahatlığıyla itiraf ederim ki bir tane bile delirmemiş insanla karşılaşmadım. Buna televizyonlarda gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz, haklarında bir şekilde bilgi sahibi olduğumuz, ünlü ünsüz, politikacı veya doktor, istisnasız herkes dahil. Arızasız hayvan var ama gel gör ki arızasız bir tane insan yok. Neden acaba? Ben ucundan kıyısından yakalar gibi olduğumu hissediyorum bazen bunun sebeplerini. Nedir bu herkesin delirmesine neden olan şey? Dinler olabilir mi?
Hayatı kullanma kılavuzu gibi bir şey olması gerekirken kutsal kitapların, tam tersine kafa karışıklığı yarattığını ilk benden duymayacaksınız herhalde. Kafa karışıklığı olmasa, tek bir inanç-tapınma sisteminin olması gerekirken, bir kaç dine bölünme, ve hatta onların da rahat duramayıp mezheplere bölünmeleri ve bu bölünmeler yüzünden binlerce yıldır insanların birbirlerini boğazlamaları da olmazdı.  İnsanoğlunun doğal olarak çok ciddiye aldığı, yaratılışıyla ilgili sebepler ve sonuçlar, kendine bahşedilen hayatın amacının ne olduğunun açıkça belirtilmemiş olması olabilir mi bu topluca delirişin sebebi? Konu çok ciddi ve hassas. O yüzden yoruma yer yok. Bilinen gerçekler üzerinden gidiyorum. Bilmemizin şart olduğu bilgilerin bizden esirgenmiş olması bizi çileden çıkartıyor olabilir. İnançsız olmak istemiyoruz hiçbirimiz ama anlamadan inanmaya göre de programlanmamışız. O yüzden herkes kendine göre yorumlayabiliyor inancın şartlarını. Böyle bir özgürlüğün de yok üstelik. Tüm bunları bir kenara koysak da sonuçta yorumunun doğruluğunu veya yanlışlığını bile bu yaşadığın hayat süresi içinde bilemeyecek olmak delirmek için yeter de artar. Lafı uzatmaya gerek yok. Varoluşunun sebebini idrak edemeyen fakat idrak kabiliyetiyle donatılmış insan bu konuya takılmışsa delirir. Bu kadar! Bu konuya takılmayan insan yoktur zaten. İnkar etmek bile konuya takılındığını gösterir.  Evet zamanımızın çoğunda sıkılıyoruz, çünkü kendimizi o kadar üstün buluyoruz ki yaptığımız herşey asıl yapmamız gereken, fakat ne olduğunu bir türlü keşfedemediğimiz işe göre zaman doldurma gibi geliyor. Ve malesef biliyoruz ki üzerinde yürüdüğümüz topraklar, Allah’ın bir sûreti olan insanın, hayatını muhasebeci, çiftçi, depo memuru vs. olarak tüketmiş, çürümüş bedenleriyle dolu.
Bize okul denen yerde öğretilen şeyler bize aklımızın alamayacağı kadar çok zaman kaybettiriyor. Zamanı kötü kullanıyor olmamızın başlıca sebebi okul. Kendimizi kullanmayı öğretemedikten sonra – ki bundan başka ne vardır ki hayatta önemli olan?- kimse okuldan iğrenmemin önüne geçemez. Hayatımızı çaldı, daha neyimiz kalıyor ki geriye? Öğrenmemiz gerekenlerin sistematik biçimde saklanarak, gereksiz ve daha da ötesi, zararlı olanları verildi hepimize. Tarih, baştan aşağı o ülkenin halkının, devlet görüşü yönünde beyninin yıkanma çalışması. Komple rezalet. Diğer tüm derslerin hepsinden edindiğin bilginle mahsur kalabileceğin bir yerde –bir ada mesela-,  fizik, kimya, matematik, dil dersi, din, örf, ahlak zart zurtla elektrik üretsene, ateş yaksana, radyo yapsana, barut, hadi onu geçtim bıçak yap be birader! Ne oldu? Ne öğrettiler bize böyle de sadece sistem içinde işe yarayacak – ki o da şüpheli- bilgilerle donanıp, aç, susuz, donsuz, adada çakılıp kaldık. Ada ekstrem bir örnek olabilir ama yüzyılların sorusu “ Peki bu öğrendiklerimiz günlük hayatta ne işimize yarayacak?” ’a bir cevap işte. Adada donsuz ve aç bilhaç kalmana, şehirde de gireceğin iş’te bildiklerinle alakası olmadığı için başkalarından bakarak öğrendiğin işinde beceriksizliğinle yeni bilgileri kapana kadar gerzek muamelesi görmene yol açacak. İşte bunun içindir okul. Gereksiz, yalan, üstü kapalı, hocaların kendileri de anlamadıkları için anlatamadıkları bilgiler. Anlamamışlardır çünkü öğretilen herşey yüzeyde gezen, biraz altını kurcalasan mutlaka istisnaların olduğu, yarım yamalak, gerçekten birşeyler öğrenme hevesi içinde olan bir çocuğun bile dumur olup okuldan tiksinmesine yol açacak bilgilerle doludur. Başarılı olanlar, bunu anlamış ve durumu kabullenip öğretilenleri daha sonra çöpe atmak üzere torbasına dolduranlardır. Bu durumu hiç anlamamış olup, midesi sağlam olanlar da da başarılı olurlar. Onlar, şuursuzca önlerine konulanı hatmedip hazmederler ve okullarında başarıya ulaşırlar. Bunların zayıf midelileri ise hazım sorunu yaşar ve başarısız olurlar. Midesi sağlam ya da değil, durumu anlayamamışlar, düpedüz salak oldukları ve ki  maalesef çoğunluğu oluşturdukları içindir; okul, ‘akıl eşittir başarı’ denklemini kanıtlasa bile, ‘akılsızlık eşittir başarı da olabilir bazen’ saçmalığını da ister istemez kanıtlar!

- Hmmm, şey olmuş biraz.
- Ne olmuş?
- Kalın! Evet kalın olmuş. Sen nasıl tam doğru kelime bu aslında filan demişsin ya, bu da öyle işte.
- Yazı bu be! Ne demek kalın? Yazı kalın olur mu?
- Olmuş işte. Sen değilsin bu. İçine bir şey girmiş senin. Kalın olmuş yazın!
Gerginken, sigara içenlerin sigara içesi gelir ve içerken daha da gerilirler. Bende öyle oluyor en azından. Yaktım yine de bir tane:
- Anlatıcak mısın, yoksa benim yazımı ‘kalın’ bulman ne demek diye sabaha kadar düşünecek miyim böyle?
Püfledim sigaramı...

Güzel kızdır kendisi. İlgilendirmiyor ama beni pek fazla bu yönü. Bıraktım o işleri epeydir.
- Biseksüel oldum ben! dediğimde uyarmıştı arkadaşım beni:
      - Aseksüel olmasın o! diye.
      - Aseksüel mi o şeyetmeyen?
      - Evet...
      - Hmmm, aseksüel oldum ben! demiştim.

- Yahu kaba de, basit de, dili ağır de, salakça de, bir şey de ama ‘kalın’ ne yahu?!
- Bu yazı kalın olmuş. Tam kelimesi o işte! Sen böyle yazmıyorsun. Sen ayransın, yoğurt gibi davranma! Öyle davranmışsın.
- Sensin ayran!
- Yorum istedin yaptım!
- İstemez o zaman. İstemiyorum ben ayranlı sütlü yorumlar! Ne bu be! Yazar mıyız, mandırada kâtip miyiz belli değil!
- Ehehe çok komik. Bak bu salakça oldu mesela ama yazın değil. ‘Kalın’ o!

Verimlidir Ece’yle konuşmak. Rahatlarsın. Beynin açılır. Nefis kızdır. İstediğini söylersin fakat karşılığında bir sürü kötü şey duyabilirsin. Kötü değil de, işine gelmeyen, rahatsız eden diyelim. Kaç kişi bir yazınızı ‘kalın’ bulabilir ki. Nefis! Kütür kütür, sulu sulu eleştirir adamı.

Epeydir yazmıyordum. Mecbur değilim zaten, ne güzel. Ama kafaya takıyor insan. Kafam mı boşaldı acaba? Dumura mı uğradım, diye sorguluyorsun kendini. Orası fena. Yoksa kimse bir şey kaybetmez benim yazılarımın dünyada olmamasından dolayı. Elimde kalemle doğmadım ya. Yazmam istemezsem. Şimdi doğacak olsa, kalem diye bişey kalmadığı için bilgisayar klavyesiyle doğacak demek yazan çocuk. Bir de bu yönü var. Sancılı doğumlar...
‘İçine bir şey girmiş’ ine takıldım ben. Ağır psikozlara sürüklüyor beni bazen bu kız. İçime ne girmiş olabilir Allahım? Giren şey de kalınmış üstelik! Yoksa benden çıkan şey mi kalınmış? Her ikisi de hayra alamet değil bunların...  
Sevişiyoruz biz. Nasıl köpeğimin benimle bir insandan çıkabilecekten çok daha anlamlı bir şekilde konuştuğundan adım kadar eminsem, Ece’yle seviştiğimizden de öyle eminim. Asıl böyle sevişilir. İlla alt alta, üst üste olmaz o iş. Hatta öyle hiç olmaz. Olmuyor da zaten. Tek ben değilim ki bu işin içinden çıkamamış. İnsanlık var olduğundan beri aşk, seks, sevgi, sevişme, bağlanma, aldatma, gibi konularla uğraşıyor da ne oluyor. Var mı bir sonuç, bir formül? Yok. Ofsaytın bile tanımını yapamadan nelere kalkışıyoruz. Haddini bilmeli insan. Kaldıramayacağın duyguları tatmayacaksın. Ama tatmadan nereden bileceğiz ki? diye sorarsan da böyle basarlar götüne tekmeyi işte cennetten!



Bak hayvanlara. Bu konuların herhangi birine takılıp kalmış bir tane hayvan var mı? Yok. Niye? Çünkü bizim gibi embesil ve etrafına aşırı zararlı virüsler değiller de ondan. Olayı çözmüş, sersem bizlerin sadece birbirimizi yok edip dünyayı eski haliyle bırakıp defolup gideceğimiz günü bekliyorlar çaresiz bir umutla. Hayvanları koruma derneğiymiş. Sen olmasan öyle bir şeye de gerek olmayacak, telaşlanma! İntihar ediver bi zahmet, sen ölü ben selamet! Bu kadar.

Dünyanın oluştuğu günü senenin başlangıcı, günümüzü de senenin sonu olarak alarak bir senelik bir takvim oluşturmuş, bir bilim kadını. Geçen milyar seneleri kafamız basamadığı için tüm bu süreyi bir yıl olarak alıp daha anlaşılır kılmak istemiş. İnsanlığın ilk tarımsal ürünü elde ettiği tarih bu takvime göre ne zaman biliyor musunuz? 31 Aralık gecesi saat 23:59:59. İşte sadece son yüzyılda teknoloji adına yapılanlarla dünyayı ne hale getirdiğimiz ortada. Milyarlarca yıl bizsiz gayet sakin ve berabere giden maçta, son saniyede oyuna girip tam doksandan kendi ağlarımıza golü takmamız inanılır gibi değil!

- Eceeee! Şeftali suyunu getirsene mutfaktaysan!...
Getirdi gelirken. Oradaymış.
- Mehmet’e rastladım barda geçen akşam anlatmadım di mi sana?
- Hangi Mehmet?
Benim sayemde bildiğimiz ve ortak kullandığımız bir adet Mehmet var zaten. Soru anlamsız. Bal gibi anlamlı da, anlayana aslında. Etraflarda dolaşan böyle yakışıklı Mehmet’lerinizden varsa sizin de, o Mehmet bir tane de olsa, bu tip sorular gelecektir. Bu onu sizin potansiyel bir rakip olarak görmemeniz için uydurulan yapay bir sorudur. Şak diye bilse olmaz. - Nasıl anladın hemen kim olduğunu?- gibi, oluşabilecek bir ‘kendine güveni eksik erkek püskürmesi’ni daha oluşmadan geri püskürtebilmek için feminen bir manevradır aslında. Ancak ben yemem. Tek olan Mehmet, yanlış taktik sonucu beğenildiği ortaya çıkmış, foyalar fora bir vaziyette öldürülmeye hazır bir haldedir artık. Ama bu Mehmet’ler öldür öldür bitmeyecekleri için yemiş görünüp konuya dönüyorum.
- Bilgisayarcı.
- Ha evet. Anlatılacak bir şey mi oldu?
Bu ne sürat? İnsan beyni hangisi olduğunu araştırdığı bir kişiyi aynı anda anlayıp, hem ne olduğunu soracak kadar hızlı değildir. Ama o kişiyi önceden anlamışsa o başka! İkinci falsoyu da es geçiyoruz merhum Mehmet!
- Sayılır. Güldük biraz.
- Neymiş?
Mehmet hakikaten de yakışıklı, uzun boylu, zeki bir çocuktur. Böyle hatırlanacak rahmetli! Barın içine kış olduğu için bir yerlerden alev gibi sıcak hava pompalanıyor. Ve bu alevli hava daha ziyade belimizin altını vuruyor. Bizden başka da uyaranlar var ama barmen herkese barın kendi bulunduğu yerinin gayet serin olduğunu anlatıyor bizi ilgilendiriyormuş gibi. Bize ne? On, bilemedin on beş dakika sonra keseciklerimiz ölmüş spermatozoidlerimizle dolmuş olacak. O derece kavruluyor aşağılar.
- Kısılmıyor mu canım bu alet? diye soruyorum.
- Üstünden ayarlanıyor, diyor.
Laz mıdır nedir elin gavuristanında? Ayarla o zaman! Hayret bişey!                                   Pes etmiyoruz ve:
- Türklerin üremesini bu şekilde önleyemezsiniz! diye bağırıyoruz önce ben sonra arkadaşım türkçe olarak. Bunu anlattım Ece’ye.
Mehmet sürekli olarak, önünde barın üzerinde laptop’una, epeydir uğraştığı programını yazıyor. Barlarda çalışıyor, evinde müzik yapıyor. Bunun tersi olsa biraz daha uygunca olacağını anlatamadım ona tanıştığımız üç dört seneden beri.
Konu benim köpeğime bağlılığıma ve onu bir süreliğine annemin yanına bırakma zorunluluğuma ve bundan duyduğum üzüntüye geldi bir ara. İşte asıl o zaman çok güldürdü beni.

- İnsana bağlanmaktan çok milyon kat daha iyidir be oğlum!
- Tabii canım, yüzde yüz haklısın.
- Sana kelek yapmaz bir kere.
- Tamamen öyle. O bize mahsus. Ama dışarıdan anlaşılmıyormuş bu iş işte. Bilmiyordum bu kadar bağlanıldığını, dedim.
- Bağlan bağlanabildiğin kadar be birader. Hak eder onlar, diye babalar gibi destekledi beni.
Lafı nerelerden dolaştırıp oraya getirdik hatırlamıyorum ama bu nefis cümleyi can-ı gönülden inanarak etti:
“- Köpekten çekinen adam ibnedir!”  
Nasıl? Tarihî bir laf değil mi? Buna eşekler gibi güldüm. Hem o bu tip kelimelerle konuşan bir adam değil, hem de gayet inanarak ve büyük bir ciddiyetle söylediği için bu laflar çok komik geldi bana. Yoksa düşününce kesinlikle öyle değil tabii ki. Veya belkide öyledir kimbilir. Önyargılı olmamak lazım! Çocukluğumdan beri, çok pimpirikli bir anne tarafından yetiştirilmeme rağmen hiç köpekten korkmadım. Bu özelliğimin bir gün benim ibne olmadığımın kanıtı olabileceğini düşünmezdim doğrusu. Ne homofobik birisiyim, ne de bunlar ibne olmanın bir kanıtı tabii ki. Sadece, köpekten koşarak kaçan bıyıklı bir herif görseniz içinizden ne demek geçer, onu düşünün bir.
– Bıyıklı i...’ye bak, ne biçim kaçıyor! denmez de ne denir? Ben derim.
O kadar. Başka bir manası yok.



                                                          II.

- İkinci bölüm falan da yok....