15 Aralık 2011 Perşembe

MiLAD

MİLÂD

     I.


Hakettiğimden çok daha iyi bir yere denk düştüğüm kesin. Tamam, bu bir tımarhane sonuçta...
Yeşilliklerle kaplı kocaman bir arazi. Yer yer göze çarpan büstler ve irili ufaklı rengarenk balıkların dolu olduğu havuzcuklarla çevrili. Aklına esen heryere sıçan köpekler yok. Hava temiz ve serin. İnsanın gözü etrafta atlar filan da olsun istiyor. Öyleki insanın bu derin boşluğu doldurabilmek için kişneyesi geliyor. Fakat ortalarda ata benzer tek canlı beni buraya gelmeye ikna eden, ablak suratlı bir dostum. Başkaca ne bir “atımsı” varlık, ne de bir tımar aleti -burada olması gereken.
- Neden burada durduk Ferit?
- Herhangi bir zaman demiştin. Al sana herhangi bir zaman!
“Al beni götür şu akıl hastanesine; artık ne benim kendime, ne de sizin bana tahammülümüz kalmadı” demenin son noktası aha burası işte...
Kaçış noktam yok. Evet bunu anladım tamam. Kaçmak da istemiyorum zaten. İçi panik dolu bir çuvaldan bok kokusu, çiçeklerle bezeli bir yapıdan da panik kokusu fışkırıyor burnuma doğru.
Yüzmeyi öğrenmenin tek yolu içine girmektir, uzaktan bakmak değil. İçine girmeden bilemezsin ki; içinde kıçını ısırmak için çıldıran köpek balıkları olabilir. İki gözünü birden vantuzlarıyla söküp, kollarından geri kalanlarından birini ağzına, bir diğerini götüne sokmak için hıncından köpüren ahtaboklar olabilir. Ya da ne bileyim, gökte kayacağına adi yıldız, denizde, hemde tam arkandan kayıyor olabilir.
Girmeden bilemezsin.
İdareten “at” olan arkadaşımı öptüm ve ayrıldık. Artık güzel bina, giriş kapısı ve tımar edilmeye hazır olan ben varız sadece...
Daldım içeriye. İleride gözlüklü, gayet fıstıkvari giyinmiş bir danışma şeysi var. Pek tımarcıya benzemiyor.
- Buyrun efendim, ne istemiştiniz? Dedi bir tımarcıya yakışmaz bir kibarlıkla. Ne olduğunu, ne diyeceğimi filan tamamen alabora olmuş kafamdan çekip çıkaramadım.
- Eee! Ben delirdimde onun için şey yaptım,..yani sizde herhangi bir form filan mı dolduruluyor?
Deli misiniz?
a.) Ebet
b.)   Yoo! Ne münasebet
Şeklinde; yoksa direkt olarak gömleğimi tahsis edip beni fare ve sürüngenlerle dolu odama mı postalıyorsunuz?
- Ha ha! Neler diyorsunuz beyefendi? Hangi çağdayız nç nç nç...
Sizi buraya sevk eden doktorunuzun ismini alabilirmiyim sayın...?
- Benim adım Yaver Senebe. Beni buraya getiren kişi ise “At Ferit” isimli terbiyesiz bir kimsedir efendim. Yani ortada herhangi bir doktor iteklemesi yok. Bu tamamen çevremin ve bizzat kendimin kendim için tesbitidir. Arz ederim...Bu arada bacaklarınız da çok güzelmiş hanımefendi!
- Lütfen terbiyesizleşmeyin! diye bağırdı, zavallı bana.
- Niye hanımefendi? “Jartiyerinizi yırtıp, donunuzu ağzınıza tıkayıp, ırzınıza geçmek istiyorum” demedim ki!
Allah Allaaaah...İşimiz var burada. Bunlar iyileştirecekse beni işimiz iş xmına koyayım.

                                                           II.
Güzel, temiz bir odam oldu. Etrafta dolaşan güzel hemşireler var. Bana hiç bulaşmıyorlar. Girişteki diyaloğumuz çabuk duyulmuş olmalı. Irzlarına geçebilme ihtimalimi düşündüklerinden olsa gerek, bana görünmez adam muamelesi çekiyorlar. Bir şey soruyorum, ha duvara sormuşum ha sinek osurmuş. Hepsine o “iyiliği” yapacak kadar orada kalmak gibi bir niyetim olmadığını bilmiyor salaklar.
Hadi en fazla bir veya ikisine yapabilirim ama kapıdakine asla. O şansını kaybetti.
Bana yalnızca kaknem suratlı, gayta incelemiş ifadeli profesörler bulaşıyor. Ortada tek bir soru formu var fakat ne kadar profosuruk varsa hastanede, hepsi teker teker gelip aynı soruları soruyorlar. Amaçlarını anlamıyorum ama sıkılmaya başladığım kesin. Neyi test ettiklerini anlamaya çalışıyorum. Yalan testi desen, ne alakası var? Sinir testi desen, sinir testim sinir yolunda kırıldı kırılacak. O da olmadı kaknemlerden birinin burnu kırılacak sonunda. Neyse, her ne sonuca vardılarsa beni yatağıma yatırıp serum bağladılar. Bir yığın ilaç yutturdular. Yanıma da bir refakatçi verdiler. Herif non-stop bana bakıyor. Bakışlarını kaçırsın diye ben ona bakıyorum, o daha da bakıyor.. Duvara bakıyorum, önce bana bakıyor sonra not alıyor. Yastığımı çeviriyorum hışır hışır yazıyor. Götümü kaşıyorum, o yine hışırdıyor. Çok sinir bozucu. Gerçekten. Hayal etsenize bir durumu. İşkence resmen. Osursam ne yazacak kimbilir.
“Hastamızın bağırsak faaliyetlerinde hızlanma var, iyiye işaret.. ama fena kokuttu şerefsiz” olabilir mesela. 
Adamın canı kağıt tüketmek istiyorsa varsın tüketsin diye düşünüyorum. Uyumaya karar veriyorum adamın ipek böceği seslerine kıçımı dönerek.
Fakat o da ne?



III.

Gözümde şimşekler çakıyor. Neler olduğunu kavrayamıyorum. Etrafımda olan bitenleri görsem bile anlamlandıramıyorum. Sanki boyut değiştirdim. Sağ, sol, aşağı, yukarı kavramım yok, ve hatta mekan ve zaman da karmakarışık. Ne bastığım yer, yer; ne de baktığım tavan, tavan.
Bazı şeyleri birşeylere benzetmeye başladığımda iki koca gün geçirdiğim bildiriliyor bana sevimli yatağımda. Artık ölüm tehlikesini atlatmışım. Öyle diyor annem zannederek:
“- Niye kapamıyorsun şu pencereleri artık yahu? Kuzey gelirse oyar bizi! Kutuba çevirdiniz evi be!” diye bağırdığım bıyıklı kişi. Hemen ardından birden ateş basıyor.
“- Ulan İzmir’in yazında kaloriferleri yakan o kapıcıyı ben taa .ötünden .ikeyim!” diye hırlıyorum bu kez de zavallı yeni bıyıklı anneme! Bunları sonraları öğreniyorum tabii. Yanıma verilen kızında gayet güzel bir hemşire olduğunu utanarak idrak ediyorum. Bu, aslında alkol yüzünden zaten ‘kafa binbeşyüz’ şekilde gittiğim hastanede, onlarında iyileştirme çabalarıyla iç içe geçmiş, ileri ve geriye dönük sanrılarımın kısa bir özetiydi. Devamını göriciiz...


                                                           IV.

On bilmem kaçıncı serumu taktılar kevgire dönmüş kollarımdan birine. Hep aynı deliğe boşalamıyor demek ki bu serum kardeş! Onun yüzünden kollarım delik deşik. Sadece serum olsa gene iyi. Kan almaların, yapılan iğnelerin haddi hesabı yok. Eskiden ‘iğne’ denince korkudan altına sıçan beni, iğnekolik yaptı amşireler. Gerçi onların işi bu. Hakemlerinkine benzer bir iş biraz. Hem anana avradına küfredilecek, hem de işini iyi yapmaya çalışacaksın. Zor işler bunlar...
İki meslek arasındaki fark, biri hakikaten çok mukaddes bir iş, öbürü koca koca adamların kıllı bacaklarına bakmadan şort giyip, ağızlarında düdük, milyonlarca insanın gözleri önünde koşturmaları!
Bugün baktım da takvime, tam bir hafta olmuş. Ben sıkıntıdan ortadan ikiye yarıldım, yarılıcam. Demek ki iyileşiyorum. Sağlıklı adam yapacak iş arar, bulamayınca sıkılır. Fakat problem şu ki; benim yapabildiğim en iyi iş, içmek! E o da burada olmayınca, boş kavun gibi hissediyorum kendimi. Hoş içki olsa bile öyle bir dizayn etmişler ki hastaneyi; ya yatacaksın, ya da ellerin apışaranda oturacaksın ve bekleyeceksin ki yemek gelsin. Sonra yine aynı pozisyonda kakanın gelmesini bekleyeceksin ve yapıp yatacaksın. Bu harikulade hayat için üstüne de bir ton para ödeyeceksin! Tamam, maksat içkiyi kafandan söküp atmak, ama yerine ne konulacak o belli değil. Hiçbirşeyin olmadığı yerdeki bir şey. Ama ne?
Sen bulacaksın.
Verdikleri ilaçlar adamın kafasını dümdüz ediyor. Bir doktor veya hemşire sana ismini beş kere de söylese aklında kalmıyor. İçki isteğin artık yok belki ama, bir hafızan ve bir amacın da yok artık.
İnşallah sadece şimdilik...
Öyle diyorlar...

                                                           V.

Hergün iki kere müdürümüz bizi toplantı salonuna alarak ‘psikoterapi’ kisvesi altında feci kafa ütülüyor. İlaçlar yüzünden, anlaşılacak somut bir şey olsa bile ortada, kimse bir şey anlamıyor konuşulanlardan. Alkolik ve madde bağımlılarından oluşan, geniş ve elit zümremiz, bu işkencenin sonunda gelecek olan ‘ilaçlara kavuşma vakti’ne odaklanmış durumda.
Herkesin dolabının üzerinde haftalık uygulanacak programın, gün gün ayrılmış planı yapışık vaziyette. Genelde her gün aynı, fakat bugünkü tablodaki, normalde olması gerektiği gibi, “Saat-10.00  Grup Toplantısı” yerine “Saat-10.00 Konsey Değerlendirme Toplantısı” değişikliğini bir ayrıntı olarak görüp fazla üzerinde durmuyorum. Ve de iyi bok yiyorum!
Saat on olmuş ve bir tek ben armut gibi toplantı salonundayım. Bunun da üzerinde fazla durmuyorum. “Aman, daha iyi. Kimse gelmesinde ben de şuracıkta kıvrılıp uyuyayım” modundayım. Çünkü her sabah saat altıda olduğu gibi müdür bey manyak gibi odama dalıp, bağıra çağıra halimi hatırımı sordu. Bu yüzden uykusuzum. Üstelik bu paralı esir kampında gün içinde uyumak yasak. Sebep? Akşamları rahat uyuyalım! Güzel fikir değil mi? Asıl amaç gündüz zıbarıp uykusunu almış bir bağımlının, gecenin alakasız bir saatinde ayılıp krize girerek ortalığı birbirine katmasını önlemek tabii ki.
Neyse konumuza dönelim. Beni buldular ve konseyin hastanenin uzak bir köşesinde toplanacağını söylediler. Orayı bilmediğimi söylemekle yırtamadım bu işten. Zahmetlerine kıyıp beni götürdüler. İşte orada ne feci bir kabusla burun buruna olduğumu gördüm. Sıra bana geldiğinde büyükçe bir salona alınacak; hastane başkanı, müdürü, psikiyatristleri ve psikologlarından oluşan oluşan bir komitenin çevrelediği bir “U” masanın ortasında dikilecek ve sorularına cevap verecektim. Benim için bir kabus ki ne kabus!
Sonuçta akli dengemi, alkol bağımsızlığımı en az iki hafta daha kontrolleri altında tutmaya karar verdiler. Fiziksel durumumun da bomboka yakın olduğunu belirterek, moralimi skertip, haftaya aynı gün ve aynı yerde buluşmak emriyle postalandım. Bugün pek parlak bir gün değildi yani benim için.



                                                           VI.

Bugün çok garip şeyler öğrendim. Magazin gazetecisi filan olmadığım için gördüğüm ünlü tipleri ve bazı rezaletleri isimsiz geçeyim şöyle bir. Manken bir kız geliyordu toplantılara, arada bir gazetelerde gördüğüm. Yine bir toplantı sonrası, bir iki arkadaşla hastanenin kafeteryasında oturuyoruz. Bu kız ve bizim binada yatan bir çocuk yan masamızdalar. Kız bir süre sonra kalkıp gidince çocuk bizim masamıza transfer oldu. Kullanmadığı madde kalmamış, zengin aile çocuğu bir tip. Kızın üçüncü sınıf mankenlerden biri olduğunu teyid ediyor. Cebine bir iki bin dolar koyup Etiler’e gidersen, bu ünlümtrak mankenlerden bir yığın olduğu için, herhangi biriyle kolaylıkla yatabileceğini söylüyor. Bizim grupta bunu zaten bilen ve uygulamış “para bok” tipler de var. Şaşırmıyorlar yani. Ama ben şaşırıyorum ve merak ediyorum bu kızların ‘oraları’ hangi sebepten binlerce dolar ediyor diye. Şımarıklık, züppelik, orospuluk, dejenerelik kolkola girince sonuç da böyle oluyor herhalde, diye açıklıyorum kendime. Ama bu açıklama beni kesmiyor. Hala merak ediyorum ne var acaba oralarında diye! Bu kadar parayı, böyle bir şeye harcayacak kadar zengin ve budala bir halde olursam bir gün eğer, denerim belki. Sonucu size de bildiririm...
Bugün öğrendiğim bir diğer yararlı bilgide şudur. Bir T.V. kanalının adı, kokainin kısaltması olarak kullanılıyor. Sebebi kanalda kullanmayan tek kişi bile olmadığı içinmiş.
Eskiden şikayet ederdim, niye bütün çevrem ağırlıklı olarak hırsız, üç kağıtçı, ayyaş, orospu, pezevenk, mafya elemanı filan gibi tiplerden müteşekkil diye. Belki de hep boktan yerlerde takıldığım için buluyorlardı beni. Allaha şükür yelpaze şimdi daha genişledi. Artık eroinman, asitçi, kokainman, esrarkeş ve hapçılar da eklendi. Sosyalleşmenin sonu yok! Ama fazla da gereği yok galiba. Sabahleyin, üst katta kalan ve aşırı bolluktaki paralarını nerelerine sokacaklarını bilemeyen iki tiple konuştum. Bunlar, artık uyuşturucusuzluk beyinlerine vurduğundan mıdır nedir, gece odalarına sokmak üzere iki rus kızla telefonla anlaşmışlar. Kızlar gelmiş taksiyle fakat kapıdaki görevli almamış onları içeriye nedense! Bunların da hevesleri kursaklarında kalmış. Olayı gören ve tabii ki sabah ilk iş müdüre fitikleyen hemşireler bayağı bir küfür yediler. Neyse müdür bey dikilmiş bunların kapısına sabahın köründe.
- Hastane evladım burası, kerhane değil! Kendinize gelin biraz, demiş. Üzerine yorum yapılamayacak bir durum. Akıl hastanesinin, alkol bölümündeki odana orospu çağır! Benim aklım almadı. Çocuklardan biri söyleniyordu hala:
- Hay Allah. Müdür bey’e de ayıp oldu galiba yaa!
Pes! dedim içimden...


                                                           VII.

Bunu yazmayayım, nasıl olsa kimse inanmayacak diye düşünüyordum. Ama bu da gerçek. Siz isterseniz hikaye gibi okuyun. Ben yaşlardaki iki tiple beraber toplantı salonunda televizyon seyrediyoruz. “Yüzüklerin Efendisi” ni sıkılıp patlayarak ve boş bakarak takip ediyoruz. En çok konuştuğum, nispeten diğerlerine göre daha iyi anlaştığım Barış kalktı yerinden, diğer arkadaşa doğru gitti. Pat diye elini arkadaşın arkasındaki duvara vurup küçük siyah bir örümceği ezdi ve duvardaki kalıntıyı aldı ve yedi!!! Evet, ağzına attı ve resmen yedi! Biz diğer arkadaşla dehşet içindeyiz.
- Ne bakıyorsunuz oğlum aval aval?
- Alo birader! Sen yedin mi şimdi onu hakikaten? Diyebildim ben.
- Ne var oğlum bunda? Ben karafatma da yiyorum. Hem tadıgüzel.Örümcek boğaz kurutuyor! Ormanda yalnız kalsanız iki dakkada geberirisiniz siz!
Durup dururken ormanda yalnız kalmak, o an içinde bulunduğumuz şartlar dolayısiyle, başımıza gelebilecek milyonlarca ihtimalin en sonuncusudur herhalde! Biz diğer arkadaşla birbirimize bakakaldık bir süre...
Filmdeki seyrek saçlı ucube yaratık dikkatini çekti adaşımın. Söylediği abuk sabuk şeyler komik geldi ona:
- Sevdim lan ben bu .mına koyduğumun delisini!
Varın siz anlayın artık en iyi anlaştığım kişinin, bu olduğu ortamı. Aslında ben ne anlatsam tasvir edemem burayı. Bir çoğu sadece görülebilir çünkü, anlatılamaz. En fazla, deliler koğuşundakilerle, biz bağımlıların aynı kantini paylaştığı bir durumda neler olabileceğini hayal etmeye çalışın diyebilirim. Bu durumda sevgili zavallı hemşirelerimiz de çoktan tozutmuşlar, ama haberleri yok. İnanın, doktorlar dahil, kantinin çaycısına kadar hiçbir kimsenin aklı başında değil. Alkol krizine girip, camı çerçeveyi indiren, kendisine ana avrat dümdüz giden hastaya iğnesi yapıp, üzerini örten; oradan çıkıp benim odama gelip:
            - İyi akşamlar Barış bey. İlaçlarımızı aldık değil mi? diye tatlı bir gülücükle sormak, aklı başında birinin yapabileceği bir şey değil. Cenab-ı Allah, öyle programlamış onları. Başka açıklaması yok.    


                                                           VIII.

Odamın penceresi bir sokağa bakıyor. Zemin kattayım. Önünde demir çubukları olan cam pencerenin kanatları içeri açılıyor. Dış demirler sabit. İlk günlerden bir sabah açtım perdeyi, pencereyi de açtım ki temiz ve soğuk sabah havası girsin biraz içeriye. Demir çubukların araları on beş santim kadar olduğu için dışarısı rahatça görülüyor. Dışarıdan da içerisi tabii. Normalden biraz daha erken uyandığım için, hazır kalkmışken birşeyler yazarım diye pencerenin karşısındaki, önünde ufak bir masası olan sandalyeme oturdum. Birden pencereden bir ses:
- Merhaba Cevdet abi!
Baktım esmer bir çocuk.
- Merhaba birader de, ben değilim o. Karıştırıyorsun herhalde.
- Ah Cevdet abi ah! Sen yok musun sen, diye kahkaha attı.
Dakika bir, gol bir! Kalkalı beş dakka bile olmamış, ne bu saçmalık şimdi?
- Ne okuyorsun Cevdet abi? Kitap mı o?!
- Değil!
Kısa kesip perdeyi kapattım. Meğer sokak tinercilerin merkeziymiş. Bağımlıların pencereleri, uyuşturucu satıcı ve alıcılarının, tinercilerin fink attığı sokağın göbeğine açılıyor yani. Bu şekilde istediğim herhangi bir maddeyi, bu çocuklara üç beş kuruş fazladan vererek alabileceğim hiç mi akıllarına gelmiyor bu insanların? Sen herkese günde iki kere alkol testi yap, bunların pencereleri tinercilere açılsın. Bravo! Kafam basmadı bu olaya da. Fazla durmadım üzerinde. Pencereyi bir daha açmadım, oldu bitti.


                                                           IX.

            Bol bol soda içmemi söylediler bana. Bende yapmaya alıştığım her şeyin bokunu çıkarmadan bırakamama gibi bir hastalık olduğu için, abarttım. Sevdim bu soda olayını ve günde 3 litreye yakın içiyorum. Adamcağız (Doktor Bey) bana bol bol derken, fil gibi iç demek istemedi muhakkak. Çatlayana kadar içersen de, günde yüz kere işersin tabii. Alkolü bırakmaya çalışırken, ciddi bir soda bağımlılığı çıktı ortaya. Doktor bey’e bundan bahsetmedim.
- Soda içiyorsun değil mi?
- Evet.
O kadar.
Bende bağımlılık bağımlılığı var bence. Bir şeye bağımlı olmadan yaşayamayan, ama çok da çabuk sıkılan biriyim ben. Bütün sorunlarımın kaynağı bu bence.
Demin ‘fil gibi’ derken her zaman filleri çok saçma bulduğumu hatırladım. Hortumlarına takık vaziyetteyim yıllardır. Ne hortumu ya! Çamaşır makinası gibi hayvan mı olur? Hayret bişey!
            Ne anlatıyorum ben? İçkisizlikten sapıttım gene galiba. Bok içeyim! Daha bugün gördüm alkol yüzünden tamamen bitmiş bir sürü insan. Hala içmekten bahsediyorum. Ne biçim bir illettir bu? Bence en başta alkol yasaklanmalı, veya hepsi serbest olmalı. Alkol en kötüsü çünkü. İşin içinde olmayan anlayamaz aslında ne dediğimi ama ben yine de söylüyorum işte.


                                                                       X.

Yine konsey toplantısı günüydü bugün. Saat 9:30’da başlayacağı bildirilen ama ikidir 10:15’te başlayan eziyet. Sabah 06:00’da uyandığımdan beri, normal dozun biraz daha üzerinde hap alarak, gereksiz iç daralmalarımı atlatmaya çalıştım. Ben alkole de bu sebepsiz daralmalar ve paniklemelerim yüzünden başlamıştım zaten. Uzun seneler, onları bastırmak için sürekli içtiğim süre zarfında ben bayağı bir değiştim normal olarak. Şimdilerde alkolün etkisi ortadan kalkınca görüyorum ki, benim bu bastırmaya çalıştığım iç daralmalarım ve paniklemelerim de bastırıldıkları yerde kalmamış, değişmişler. Görmeyeli baya bi serpilip, büyümüş keratalar! Artık sık sık gelip gitmiyorlar. Bize yerleşmiş durumdalar! Sürekli sıkılgan, daralgan bir vaziyette takılıyorum. İlk başlarda bu da normalmiş, geçecekmiş. Bekliyoruz bizde bakalım...
Nefis isimler buluyor doktorlar hastalıklara. Bu yönleri takdir edilmeyecek gibi değil. Benim bu hallerimin adı ‘Performansa Bağlı Anksiyete Bozukluğu’ imiş. Vay anasını! Zannedersin dünyada benden önce yalnızca bir kişide görülmüş, o da sizlere ömür. Kelime kelime çözmeye çalışsan daha bir yumağa dolanıyorsun, kedi gibi. “Yeteri kadar uğraşırsan delirebilirsin! Hadi oğlum göreyim seni, kafayı sıyırman tamamen senin performansına bağlı.” , gibi bir şeyler anlıyorum ben bundan. Kardeşim bildiğin sinir bozukluğunun kalıcı olanı işte. Nedir bu artizlik?!
İlk geceler başıma gelen geçici deliliğin adı da çok şahane. “Delirium Tremens”. Hey babalar be! Finlandiya’lı bir rock grubunun ismi olsa mesela, herifler sadece isimle milyonlarca albüm satar!
Neyse konsey diyorduk. Ben üç buçuk saat boyunca kendime şu süreç için eziyet etmişim. Sıram geliyor ve ben yüksek konseyimizin huzurlarına geliyorum.
- Buyrun Barış bey, oturun!
- ...
Bizden canı istediği zaman sorumlu olan bir bayan psikoloğumuz var. Böyle diyorum çünkü bizim psikoloğumuz olarak tanıtıldı kendisi. Fakat bir sorunun olduğunda bazen dinliyor, bazen de:
  - Bunu sorumlu psikologla görüşmeniz daha doğru olur, diyor. Yarı sorumlu mudur, geçici sorumlu mudur, sorumluluklarında kaçan sorumsuz ve sorunlu bir kişilik midir nedir, anlayamadık bir türlü. Ama aşırı derecede güzel bir kadın. Gerçekten müthiş güzel...Neyse bu hanım, toplantıda, yanındaki ilk defa gördüğüm bir adama bendeki gelişmeleri (veya gerilemeleri tam anlayamadım) latince anlatıyor. Ben önlerinde kaz gibi oturuyorum. Bitince o adam bana dönüp:
- Hmm...Peki Barış bey, bir sorunuz var mı, bize sormak istediğiniz? Diyor.
- Hayır... Yok...Yani Hangi konuda?
- Peki iyi günler Barış bey, haftaya görüşürüz!
Ne anladınız şimdi siz bundan? Ben bi bok anlamadım, kusura bakmayın...Bu her iki taraf için de sonsuz faydalı geçen görüşme için hırpalamışım kendimi üç buçuk saat. Daha sonra öğrendim part-time sorumlu psikoloğumuzun benim için ruhsal ve bedensel olarak iyi şeyler söylediğini. Şaşırdım biraz aslında. Bir önceki gün, sabahın köründe, bu ve dört konsey mensubu,  tam donumu değiştirirken odama dalmış, giyinmemi beklemiş, bi kaç soru sorup gitmişlerdi. Beşi de kadın. Tamam, bize sabah uyandırılırken haber verildi ama tam saati belirtilmedi. – Gelecekler, denildi. O kadar.
Kapılarda kilit olmadığı ve  bilerek kapı çalmadan girdileri için bu şekilde yakalandım. Ya tam o sırada tuvalet ihtiyacım gelse, veya hiç hesapta olmayan bir “sabah ereksiyonu” durumuna denk gelseler ne olacak?! Bi şey olacağı yok. İyi olacak ve kendileri kaşınmış olacak.
Kadının ilk sorduğu soru bir psikoloğa göre oldukça başarısız.
- Eee. Anlat bakalım, nasılsın?
Hafiften kızdım bu soruya. Lazın birinin dünyanın en gelişmiş bilgisayarına test etmek için, –Eee, ne var,ne yok? Diye sorarak aleti patlattığı fıkra geldi aklıma.
- Bilmem! Ne bilmek istiyorsunuz tam olarak?
Bir kaç alakasız soru daha sorarak iyice bunalttı beni kadın. En son:
- Ağır sıkıntıların oluyormuş. Ne zamanlar mesela?
- Mesela şimdi! Beşiniz de bana bakıyorsunuz ve aslında cevaplarını sizden beklediğim sorular soruyorsunuz, dedim. Baktım biraz ağır kaçtı, hafif güldüm, şakaymış gibilerinden. Bundan sonra benim için iyi şeyler söylemesine şaşırdım yani komisyonda.
“İyi olmak nedir tanımlayıp bunu iyi hissetmekle karşılaştırın” diye bir yazı ödevi vermişti dün sayın müdürümüz. Ben de yazdım bir şeyler. Sen tut onu bugün salonda herkese oku.
            - İşte size ders gibi beş cümle bu konuyu anlatan. Barış bey yazmış, okuyorum, diye başladı. Pek bir gururlandım.
-“İyi olmak” daha çok maddi bir şey gibi geliyor kulağa. İyi bir işiniz varsa, arabanız, eviniz varsa, güzel bir aile hayatınız, iyi bir geliriniz varsa, sağlığınız iyiyse “iyi”sinizdir. Ama kendinizi iyi hissetmeyebilirsiniz. “İyi olmak”, “kötü hissetmeyi”; “kötü olmak” da “iyi hissetmeyi” tetiklemiştir bende hep. Bu çarpıklığın sebebinin de, hedefi “iyi olmak” üzerine kurmamam olduğunu düşünüyorum.- diye yazmış idim. Eee, her gün de kabus gibi geçecek diye bir kural yok!

                                                                       XI.

Canınız akıl almaz bir şekilde sıkılıyorsa ve siz bunu geçirmek için oturup duvara bakıyorsanız ve bunun dışında herhangi başka bir şey yapmanızın mümkün olmadığı bir tımarhanede iseniz,  kendinizi pek iyi hissetmiyorsunuz, söyleyeyim. Denedim. Tavsiye etmem. Bir süre sonra duvarda şekiller görmeye başlıyorsunuz ki, hiç hayra alamet değil. Aman ha! Bugüne kadar içtiklerim burnumdan fitil fitil geliyor. Oh olsun! Da diyemiyorum, zira söz konusu eşşek benim. Bu öyle bir damga ki, bir kere yedin mi artık hayatın boyunca sen bir alkoliksin,nokta! İster iç, ister içme. Böyle diyor buraya defalarca düşenler. En az iki hafta kalınan bu hastaneye 42 kez yatmış biriyle tanıştım. İnanabiliyor musunuz? 42! Yani 84 hafta = 21 ay. Neredeyse iki sene alkol tedavisi. Arkadaş elli yaş civarı. Kafa gayet güzel çalışıyor fakat hareketler saçma sapan. Jack Daniel’s şişesini 28 saniyede dikip bitirmesiyle övünüyor hala. Bir litre votkayı 30 saniyenin altında temizleyememesinden şikayetçi. Boka batmanın sonsuzluğunu kavramaya çalışıyorum. Karaciğerim ‘kıllık’ yapmasa, ben de gayet tam gaz bu yolda gidiyor olacaktım. Umarım sana bundan sonra, senin bana baktığın gibi iyi bakabilirim sevgili karaciğerim...
- Doktor bey, doktor bey koşun! Hastamız karaciğerine mektup yazıyor, diye viyaklardı şimdi bir hemşire zart diye odama dalsa! Güzel olurdu. Gülerdik biraz.
Aradan zaman geçtikçe, hastaneye rus kızları çağırma fikrinin rezilce olması bir tarafa, mümkün olduğunu anladık. Yerleri silen hastane görevlisi adam bir gün bizlere dışarıda, akşam yemeği sonrası geyiğindeyken akıl verdi.
- Çağırın abi. Gelsin kız. Uydurun bişeyler. Kuzenim geldi, bu gece refakatçi olarak o kalacak deyin. İstediğinizi refakatçi tayin edebilirsiniz. İlla hemşire olacak diye bi kural yok ki.
- Sahiden lan!
- Ulan yarın çıkıyorum, şimdi mi söylenir bu, ibne!
- Babamdan 500 dolar yollamasını istesem kıllanır mı lan acaba? Şeklinde cümleler sarfedildi. Sonuçta kimse bi bok yemedi tabii ki. İş geyik boyutunda kaldı. Fakat benim aklıma bir şey takıldı. Sordum ben de:
- Ulan madem gelen kız senin kuzenindi, niye sabaha kadar bağırttın kızı, sapık pezevenk! demezler mi adama?

                                                           XII.

Paranızı evin içinde bir yerlere saklamak istediğinizde standart bir şekilde en bakılmayacak yerler geçer gözünüzün önünden. En alakasız, en son düşünülecek yer olarak bir yeri saptar ve oraya koyarsınız, değil mi? Sonradan unutup, siz de bulamayabilirsiniz bir daha. Onu bilemem. Benim istediğim, aynı durumda saklanacak şeyin para değilde içki şişesi olduğunu ve saklayan kişinin de alkolik biri olduğunu düşünürsek ortaya ne çıkabileceğini kurcalamak. Bir alkolik, parasını gerçekten bulunması çok zor bir yere saklayabilir. Herkes kadar şansı vardır bu konuda. Ama konu alkol ise orada bir durmak lazım. Dünyada hiçbir insan evladı, içki şişesini saklamak isteyen bir alkolik kadar zeki olamaz! Paralarını yatağın altında ilk bakışta görülmeyen bir yere sıkıştıran veya bir sırt yastığının kılıfının içine koyup, yastığı da, yatak odasındaki dolabın en üst gözüne tıkıştıran alkolik başarılı sayılabilir. Ama saklanacak şey ufak bir içki şişeşiyse işler değişir. Evde sadece kendisinin yediği ve buzdolabı gibi herkesin ulaşabileceği bir yerde bulunması gerekmeyen mısır gevreğinin içine gömmek iyi bir fikirdir. Bu aynı zamanda parayı saklamak için de iyi bir yerdir, ama onu düşünememiştir o anda. Evde hiç kimsenin tadını beğenmediği için içmediği, uyduruk bir cins meşrubatın kutusu da ideal bir ortam olabilir. Boşalt, içine istediğini koy. Nasılsa kimse dokunmuyor. Arada bitirip yenisini al, hepsi o kadar. Arada birisi:
-Nasıl içiyorsun şu pis şeyi,diye çıkıntılık yapabilir. Varsın yapsın. Peki neden parayı buzdolabında bu şekilde, gerekirse kumbaraya atar gibi, rulo halinde saklamayı düşünemedin? Bu ve benzeri onlarca dahiyane fikir biliyorum bukonuda. Bir kısmı benim yumurtladığım, bir kısmı da bana anlatılanlar. Ne sonuç çıkar bundan bir bakalım:
Normal halinde seyreden beyin, birden performansını katlayarak süper bir iş çıkarıyor. Neden? Alkol onun için artık paradan bile değerli bir durumda, hatta en değerli şey konumundadır. Beyin için artık vücudun diğer organlarının işlevlerinin yönetimi de ikincil konumda. Ama senin beynin, eğer alkol kullanmıyorsan, bir şeyi saklamak için ilk çözümleri bulacaktı, ikinci ve daha akıllıca olanları değil! Alkol kullanımı, kendini korumak için, performansını kapasitesinin üzerine çıkarttığı beyni kullanıyor!
Ben şeytanın kokusunu alıyorum bu işte. Ne dersiniz?


                                                           XIII.

Yirmisekiz saniyede viski şişesinin dibini gören arkadaşın eşinin doğum yapma hihayesi de bir utanç abidesi. ‘Yedi sekiz sene öncesi bir gece’ karısının doğum sancıları tutuyor. Buraya dikkat. ‘Yedi sekiz sene öncesi bir gece’ onun tabiri. Yani oğlunun, bırakın doğduğu günü ve ayı, doğum yılından bile tam emin değil! Neyse eşini başarıyla yetiştiriyor hastaneye. Kadın iç çamaşırlar, gecelik, ıvır zıvır şeyler getirmesini söylüyor bizimkine. Evden alıyor hazırladığı çantayı, yüklüyor taksiye ve halen daha bize bir türlü ne isimde ve nerde olduğunu tarif edemediği hastaneye doğru gazlıyor. Fakat o gün İstanbul’un tarihi sayılabilecek denli aşırı yağışlı bir günü. Yarım saatte beşyüz metre kadar yol katedince taksi, panik atak teşhisli kardeşimiz atlıyor arabadan dışarı, koşup iki büyük votka alıp geliyor. Votkaların ömürleri onbeş yirmi dakikada bitiyor. Taksi hala aynı bölgelerde takılıyor. Bu yine koşup bu sefer üç büyük votkayla geri geliyor.
- Sen de içer misin birader?
- Ver abi yaa, ver .mına koyiim, ver! diyor şoför abi.
Evden çıkıştan beri kimbilir ne kadar zaman geçmiş, zurna gibi olunmuş, evden çıkış amacı tamamen unutulduğu için, çanta da takside bırakılmış, alakasız bir yerde taksi terk edilmiştir artık. Neyse abimiz içmeye karar veriyor ve gördüğü ilk birahaneye dalıyor.
Karısı doğumunu yapmış, aradan saatler geçmiş. Kadın yavaş yavaş kendine geliyor. Bebeğinin varlığının ılık keyfini kokluyor. Kocası da hastanede ama aynı şehirdeki başka bir hastanenin alkol komasından dolayı yoğun bakımında...



                                                           XIV.

Çocuk benden beş altı yaş genç. Evli ve bir kızı var. Geldilerde geçenlerde ziyaretine cümbür cemaat. Ailesi, karısı, çocuğu filan hepsi gayet düzgün, aklı başında, tatlı insanlar. Fakat bizimkinin bir kusuru var. Kendisi deli! Önceden normalmiş belli ki ama haplarla beynini kevgire çevirmiş. İyi kalpli ve kırılgan bir tip olduğu için zırvaladığı zaman gönül rahatlığıyla ağız dolusu bir s.ktir de çekemiyorsun. Fakat oturup dinlemek mümkün değil adamı. Hiç kesintisiz, üç beş saniyede bir değişen konulu, süper hızlı bir monolog, herifin yaptığı. Her an kolayca delirebilirsiniz anlamaya çalışırsanız. Araya laf sokmaya çalışıyorsun, seni duymuyor bile. Legal hapları yutunca böyle oluyor. İllegal haplara bağımlı ama burada legal olan alternatifleriyle yetinmek zorunda. Alınca da böyle oluyor. Hiçbir şey kullanmaması söz konusu değil. Delirerek ölür. Amaç, davranışlarını ve düşüncelerini, vücuduna en az vererek, normale yakın tutmak ve yaşam süresini uzatmak. Kızı üç buçuk yaşında.
- İnanır mısın, toplasan üç buçuk ay ya görmüşümdür ya da görmemişimdir kızımı,dedi. Kendi ayrı evi var.Eşiyle oturdukları ev var, bir de anne babasının evi. Bu üç ev arasında dolaşıp duruyor. Tabii eğer hastanede veya bir uyuşturucu madde bağımlılığı tedavi merkezinde filan değilse. Beş sene kadar (!) önce evlenmişler. Merak edip sordum:
            - Kusura bakma birader ama, karın senin götüne tekmeyi niye basmadı şimdiye kadar?
            - Bizde olmaz öyle şey abi, dedi. – Biz Çerkez’iz.
            - Haydaa! Tamam siz çerkez olabilirsiniz ama ya kızın çerkezleşmeye niyeti yoksa?
            - O da çerkez ki!
            - Hmmm.....
Bu da böyle işte....


                                                                       XV.
Yarın yine konsey toplantısı var. Bu defa hazırlıklıyım. Sorun var mı? dediklerinde, dört adet soru soracağım kendilerine. Yazdım hepsini. Kısmetse hafta sonu, Cumartesi çıkacağım buradan. Önceden benimle gelenlerin hepsi gitti. O gruptan bir ben kaldım. İki adet kız var yenilerden. Gerisi erkek. Nasıl olmuşsa olmuş, ikiside çok güzel kızlar. Mel (kısalttım), iri mavi gözlü. Kocaman dudakları, minyon yüzüne sonradan yapıştırılmış gibi. Ama cuk oturmuş. Saçları kızıl. Japon çizgi filmlerinden fırlamış gibi. Dupduru bir bakışı ve tavrı var. Genelde mankenlerde olduğunu bildiğim, aşırı yeme-yediğini kusma, hastası. Bu yüzden bir deri bir kemik, bulut gibi dolaşıyor etrafta. Yaş yirmi bir. Toplantılarda en çok o ‘ha bayıldım, ha bayılıcam’ modunda. Kızcağızı ilgilendirmiyor ki bizim alkole bulanmış dertlerimiz. O sadece bir şeylere fena bozulmuş zamanında, canı sıkılınca kusuyor. Canını sıkmıyoruz bizde ‘su perimizin’. Bir tek bana gülüyor., ona da gülme denirse. Gözümün içine bakıp, dudaklarını hafif büküyor. Başkalarına o da yok. Aramızda on dört yaş fark var. Parlak bir gelecek beklemiyor,gerçekleşme olasılığı zayıf birlikteliğimizi. Geçelim o zaman. Sevgiler Mel...

            Nur’un soyadını yazmazsam anlaşılmaz nasılsa kim olduğu. Nur’u kısaltamadım çünkü. Kafanızda “Poison Ivy” nin Drew Barrymore’una biraz “Tatlı Cadı” nın Samantha’sını katın. Gözler kısık ve zümrüt renginde. Saçlar turuncuya kaçan kızıl. Hafif çilli bir cilt. Bu da ikinci kızımız. Yaş yirmi yedi ama en fazla yirmi gösteriyor. Tımarhaneden bizim bölüme yükseldi! İlk bir kaç gün delilerin yanında tutmuşlar, sakinleşsin diye! Ailesi bırakmış onu buraya, parasız ve cep telefonsuz. Kalma süresi belirsiz. Ailesi isteyince alacak. – Bunu düzeltip geri verin. Düzelmezse sizde kalsın, istemez.- mantığıyla hareket ediyorlar ama hata ediyorlar. Çünkü bu kız hem düzelmeyecek, hem de burada kalmayacak. Bu kesin. Anormal güzelliğiyle yeni taşındığı odasından indi, yanımıza geldi. Terlik üzerine askeri pantalon, onun üzerine de, görünmeyen dizlerine inen tek parça kahverengi, garip kesimli bir elbise gibi felaket bir giysi bile üzerinde güzel duran birinden bahsedeceğim, sıkı durun. Merdivenlerden sekerek inip, topallayarak burnumuzun dibine gelip,
- Merhaba! Oturabilir miyim ben de? diyene kadar anlayamadık sağ ayağının kırılmış ve alçıda olduğunu. Kimse hipnozdan kurtulup da yerini veremedi bir süre. Ayılınca bir anda çil yavrusu gibi dört bir yana dağılıp, bir iki saniye içinde karşı karşıya yerleştirdik iki sandalyeyi. Oturdu, ayağını da karşısına oturttu ve bizi esir aldı. Bu kadar. Bütün hikaye bu kadar aslında. Küfürsüz cümle kuramayan, ibnesiz fıkra bilmeyen, sarhoşkenkilerden başka anıları olmayan biz, birdenbire sizli bizli konuşmaya başladık ya, en çok ona güldüm. Hiç kimsenin ‘orası’nın keyfini düşünecek hali yok burada. Tamam, biraz salaklaştık topluca ama toparlandık hemen. Sevdik yeni delimizi. Alkolik ve ot içmeyi seviyor. Ailesi onu delilerin yanına tıktıktan sonra pencereden kaçmaya çalışırken ikinci kattan düşüp kırmış ayağını. Yakalayıp, ayağını alçıya alıp, epey bir sakinleştirmişler ilaçlarla. Bugün, sipariş getiren pizzacıyı iki saniyede tavlayıp altından motosikletini aldı ve o ayakla hastane içinde bir tur attı. Müdür bey:
- Nur hanım! Eğer kafanızı kırsaydınız, ailenizin bana dava açma ve hayatımı karartma hakkı olduğunu biliyorsunuz değil mi? dedi sakin ama mosmor bir suratla.
Bizimki pizzacıya ne dedi? Pizzacı her isteyene veriyor mu bu aleti? Pizzacı salak mı? Kız bu kadar mı güzel anasını satayım?...Bunlar geçiyor bulanık beyinlerimizden, ama Nur’a baktıkça hak veriyoruz pizzacıya. Kiminle konuşsa aklını alıveriyor iki dakkada. Deliymiş! Nur, her hareketiyle bütün dünyaya deli muamelesi çekiyor fakat dünya bunu anlayamayacak kadar sefil bir salaklık içinde. Kıza aşık olmuş filan değilim. O yaşları bir kaç yüz sene önce geçtim ben. Abartmıyorum da. Fakat güzelliği ve zekası sinir bozucu. Bu kadarı mümkün değil, şaka filan mı bu, diyerek etrafınıza bakınıyorsunuz, gizli kamerayı görmek için. Ancak bu kadar anlatabilirim işte. Ama kendine acımasızca zarar veriyor.  Kolay değil herhalde bu meziyetleri taşımak. Ağır geldiği için, bozarak yükünü hafifletmeye çalışıyor sanki. Böyle yorumladım ben. Tanıştıklarının ertesi günü, pahalı bir cep telefonu alıp hediye etti kıza, arada bir uğrayan eski bir alkolik. Nur, telefonu münasip bir yerine sokmasını tembihleyip, kafasına attı adamın! Şaşırmadık ne Nur’un bu tavrına, ne de adamın yarım günde darmadağın oluşuna. Böyle acaip bir şey dolaşıyor yani dünyamızda, haberiniz olsun.
Son yıllarda gördüğü en ağır anksiyete bozukluğu hastası olduğumu beyan etti müdürümüz konsey toplantısında. Diğer tüm doktor ve doktor adaylarının önünde. Adamı seviyorum ama bu dünyaya, amacı benim moralimi bozmak olan gizli bir misyonla gelmiş gibi davranıyor. Son yılların en ağırıymış! Kıçımı ye! Hafif olsa tımarhanede ne işim var benim düdük makarnası?! Nur ne yaptı bundan sonra dersiniz? Nasıl bir tepki gösterdi sizce? Sen git bizden yarı sorumsuz psikolog kadına beni şikayet et. Sebep; en kötü durumda olan hasta ben olamazmışım. Hastanedeki en başarılı deli kendisiymiş! Bunu yaptığına inanamadım önce ama başkaları da tasdikleyince durum kesinleşti. Kız benim hastalığımı kıskanmış! İnanılır şey değil! Böyle bir “arıza” ne gördüm, ne duydum.
Son bir kaç gündür hep birlikte geziyoruz. Birbirimizden hem hoşlanıyoruz, hem de korkuyoruz. Çok değişik ve eğlenceli. Garip ama çocuk oyunu gibi bir ilişki.
Geçen gün delilerden birisi beni kolumdan çekip:
- Abi? demişti.
- Ne var?
- Senden korkuyom ben!!!
Nur’la bende olduğu gibi bütün deliler birbirinden korkuyorlar galiba. Burayı gördükten sonra buranın normal, dışarının sahte ve insan gerçeklerinden epey bi uzak olduğunu anlamış olmak da korkutuyor beni. Ne kötü şeymiş bu iyileşmek be!
Nur hastaneyi birbirine katarak, insanları birbirine düşürerek –ki bunu çok iyi beceriyor- ne yaptı etti, odasını değiştirip benimkinin tam karşısına geçti. Kapıyı açınca burnumun dibinde artık. Kalan iki günü onun insanı armuta çeviren, alakasız ama çok sıkı komikliklerinin baskısı altında geçireceğim anlamına geliyor bu.
Sevgiler Nur....


                                                                       XVI.

Yarın çıkıyorum kısmetse buradan. Normalden fazla kaldığım için benden önce ve sonra gelenlerle birlikte toplamda epey bir insanla tanıştım. Hemen herkes daha önce yatıp çıkmış. Prosedürü gayet iyi biliyorlar. Bir hafta içmeyip, serumla temizlenen; hastane çıkışını meyhanede kutlayan tipler bunlar! Paran bolsa yap tabii. Kimse sana: “- Kalk lan şuradan eşşek herif! Senin yüzünden gerçekten ihtiyacı olan ama parası olmayan şu adamı yatıramıyoruz” demez. Demedi de. Ben hayatımda bu kadar lüks arabayı bir arada görmedim. Bahçemiz, hastane bahçesi değil, Etiler’de bir araba galerisi sanki. (Allah bilir bir tane vardır, ben de durup dururken onun reklamını yapmış olurum. Ya da bir tane bile yoktur ki, o zaman iyice saçmalamış olurum. Veya.. Öff yeter. Neyse ne...)
Bir de benim gibi ilk yatışı olanlar (inşallah son olur) var. Genelde süre standart. İki hafta. Benim gibi süresi uzayanlar istisna. Bu tipler ilk iki gün, bağımlı oldukları madde her ne boksa, o kesilip yerini serum-ilaç ikilisine bırakıverince zombi gibi geziyorlar. Bu normal. Ama bu iki üç gün geçip biraz bitleri kanlanınca çeneleri açılıyor. Hastanedeki herşey iğrenç oluyor birden. Yemekler kötü, hemşireler baytar gibi, doktorlar anlayışsız, yataklar yamuk yumuk, odalar bakımsız vs.vs.
Her şey mükemmel değil tamam, kabul. İyi de burası da hastane be birader, otel değil ki. Yoksunluğunu çektiği maddeyi alsa burayı beğenecek halbuki. Nitekim bu tipler çıkışlarına az kala 180 derece çark edip:
- Ya, n’apıcaz abi çıkınca?
- Bilmiyorum hoca. Gene aynı ortamlar, gene ev hali, gene alkol filan herhalde ne bileyim!
- Abi kalsak mı dersin biraz daha?
- Ne biliim .mına koyiim, şeklinde neredeyse birebir aynı muhabbeti yapıyorlar. Buradan sevinçten atlayıp zıplayarak çıkan görmedim. Gülen bile görmedim. Hepsinde bir ‘ayakları geri geri gitme’ hali, bir mahzun ifade var.

“Düşman seni vurdu ama yaralandın sadece. Bilincini kaybedip bu sipere düştün. Baygın kaldın bir süre. Gözlerini açınca gördün ki içine düştüğün siper, kan, bok, çamur ve fare dolu. Evet bu doğru ama dışarıda da kurşun var. Hadi sen seç küçük asker!”
İşin psikolojik açıklaması bu bence. Bizim gibiler için tam bir sığınak burası. Çıkanlara periyodik olarak toplantılara gelmeleri söyleniyor. Hafta da bir veya iki gibi. Buradan nefretle ayrılmış arkadaşınız, bir bakıyorsunuz kuzu kuzu gelmiş toplantıya. On senedir düzenli gelen tipler var. İçki neden içmediğini unutmamak için. İçenlerin ne hale geldiğini tekrar tekrar görmek için. Buraya zorunlu olarak değil, kendi isteğiyle gelebildiğini kendine kanıtlamak için. Hepsinden önemlisi biliyor ki dışarısı insanın canını acıtıyor. Evi, koruyucu sığınağı hala yerinde duruyor mu diye bakmaya geliyor. Oradaysa seviniyor.
Demek hala kaçacak bir yer var...

Apartman

Apartmanın ışıkları ikinci kez kendi kendine söndü. Kapımın önündeki, ceplerinin astarı defalarca aranmaktan dışarı fırlamış salağın sesi tüm apartman boşluğunu çınlattı.
- Nereye girdin be Allahın cezası!
Acı bir sesti bu.
Kayıp anahtarının acımasızlığına yenik düşmüş, içeriye, kendi evine girebilmek için çırpınan birisi gibi davranan bu kişiyi tanıyabilmek için gözümü kapının deliğine iyice yapıştırdım. Işığı tekrar yakıp kapıma biraz daha yaklaşırsa yüzünü görebilirdim belki. Neredeyse beş dakikadır kapımın önünde tıkırdayıp duran, evimi kendi evi zanneden bu yüzü merak ediyordum. Kapıyı açıp sorabilirdim ama belli ki ya çok içmişti ya da deliydi. Her iki ihtimalle de kapıyı açmasam daha iyi olurdu.
- Orospu çocuğu!
Hırsından kendinden geçmiş, ışığı yakmaktan da vazgeçmiş, karanlıkta debelenip oraya buraya çarpıyordu. Üzerindekileri çıkarıp silkelediğini tahmin ediyordum. Herhangi bir şıkırtı duyabilmek için bekledim. Anahtarını bulup kapımda denerse belki ahmaklığını anlar ve çekip giderdi. Arka arkaya bir kaç bozuk para saçtı etrafa. Bir kaçının merdivenlerden alt katlara doğru zıplayarak indiğini duyabiliyordum. Etrafını görebilmek için elini duvara sürterek ışığın düğmesini aramaya başladı bu kez. Yılan gibi hışırdayarak tüm duvarları sıvazladı. Ben de bu arada komşulardan birinin ziline yanlışlıkla basması için dua ediyordum. Belki birisi çıkarda bu herife burada ne bok aradığını sorardı. Ama olmadı. Işığı bulduğunda merdivenlerin başına gidip, aşağıya neler yuvarladığına bakmaya gitti. Merdivenden inmiyor, herhangi bir devinim göstermeden öylece basamaklara bakıyordu. Belki de aşağı iner, gürültüden birisi kapısını açar ve beni paralarımı toplarken görürse ne derim diye düşünüyordu. Işık tekrar söndü bu arada. Gidip ışığı tekrar yaktı ve eski yerine dönüp basamakları süzmeye devam etti bir de sigara yakarak. Sinirlerim gerilmeye başlamıştı artık. İçimden kapıyı birden açıp, koşarak kıçına bir tekme atıp onu apartman boşluğuna yuvarlamak ve kapıyı kapatıp güzel bir uyku çekmek geçti. Şu sersemin yüzünü görmeyi çok istiyordum. Belki o zaman ne tip bir baş belasıyla karşı karşıya olduğumu anlayabilirdim. Ama nedense kapımın deliğinden dışarısı bulanık gözüküyordu. Daha bir gün önce böyle değildi halbuki. İyi hatırlıyorum çünkü kimseyi beklemediğim bir anda geliveren arkadaşlarımı tek tek, ellerindeki içki dolu torbalara kadar görebilmiş ve kapıyı da ona göre hazırlıklı açmıştım. Ama şimdi tam deliğin içine birisi bir şey sürmüştü sanki. Belki bu dışarıdaki iblis kapının kendi kapısı olup olmadığını anlamak için, deliğin üzerindeki ismi okumaya çalışmış, o sırada yağlı burnu deliğin camına değmişti. Pis herif! Sümüklüböcek!
- Bir an önce defolup gitse de yatsam! Yarın işim var benim...
Yatağıma gidip biraz kitap okumak, sakinleşmek ve uyumak istiyordum. Ama yapamazdım. Kim kapısının önünde içeriye girmek isteyen birisi varken uyuyabilir ki? Hırsız olsa kafasına bir odun vurup bayıltır, polisi ararsınız. Ama böyle bir durumda?
Dayanma sınırıma gelip elim kapının koluna gittiğinde hemen geri çekildim. Çünkü dışarıdaki yaratık kelimelerini tam seçemediğim öyle uzun ve okkalı bir küfür böğürdü ki, kapımın başıma yıkıldığını zannettim.
Her yanım titremeye başlamıştı. Hemen mutfağa koştum. Bir bardak buz gibi su doldurdum ve mutfak masasına çöktüm. Bir iki yudum aldıktan sonra daha sağlıklı düşünmeye başlamıştım bile. Son günlerde sinirlerimin çok bozuk olduğunu biliyordum. Durumu fazla abarttığımı kavrayabiliyordum şimdi. Sakinleşsem iyi olurdu. Alt tarafı ne idüğü belirsiz bir tip kapımda dikiliyordu. Yapacağım tek şey kapıyı, zincirini açmadan hafifçe aralayıp durumu anlatmaktı. Anlamazsa, evimde telefonum var. Herkese haber verebilirim. Ne oluyor ki bana? Evinde güvende olan ben zangır zangır titrerken, dışarıda evini bulamayan, yalnız başına karanlıkta kalakalmış bu ‘şeytan misafiri’ olanca özgüveniyle duvarlara haykırıyor.
Yerimden kalktım. Haklılığımın verdiği güçle, şu adama daha önceden söylemeyerek kendime eziyet çektirdiğim tüm sözleri bir kez daha tarttım.
Evet. Bu iş birazdan bitecek ve ben ne kadar aptal olduğumu, beş on saniye sürecek bir konuşma yüzünden, neredeyse yarım saattir cehennem azabı çektiğimi kendime kanıtlamış bir şekilde yatağıma yatacağım.
Kapıya doğru yürümeye başladım. Bir iki adım kala ellerim soğumaya, ayaklarım ağırlaşmaya başlayınca tüm bedenim buna uyum sağladı bir anda. Kapı koluna elimi uzatsam, ulaşabilecek uzaklıktayım ama bir çuval gibi kalakaldım. İleri veya geri herhangi bir harekette bulunamıyorum. Kapıya doğru devrildiğimi hissettim. Son bir gayretle göz deliğine bakmaya çalıştım. Bayılmamak veya ölmemek için bir mucize lazımdı bana, ve oldu. Dışarıyı ışık yandığı için görebiliyordum, az çok.
Boştu...
Dışarıyı izleyen tek gözüme inanamadım. Diğeriyle gözetlemeye devam ettim buğulu ortamı. Net göremediğim köşelerden birine çömelmiş veya kapının yakınında bir yerde uyuyakalmış olmadığından emin olana kadar...
Aşırı zorlamaktan gözlerim zonklamaya başlamıştı ki ışık bilmem kaçıncı kez söndü. Kapının kolunu tutarak aşağıya bastırdım, kendime doğru çektim. Zifiri karanlıkta yerini ezbere bildiğim ışığın düğmesini kolayca buldum. Ve yaktım.
Kimse yoktu.
Gitmişti.
Bir robot gibi kapıyı kapattım. Yavaş adımlarla salona gittim. Kendime bol buzlu bir viski hazırladım. Müzik setimin düğmesine dokunmamla, en son dinlediğim CD kendi kendine dönmeye başladı.
Beş on dakika sonra, olanları neredeyse tamamen unutmuş, rahat koltuğumda sigaramın dumanının karanlıkta gözlerimin önünden süzülüşünü izlerken, müziği düşünüyordum.
Bu trompetiyle resimler çizen adam harikalar yarattığının farkında mıydı acaba? Yoksa her bir notasıyla etrafta olan biten tüm pisliklere elinin tersiyle çarpan bir müzik yaptığının fazla üzerinde durmadan yalnız kendi için mi çalıyordu?
Hayır. İkisi de değil. Veya her ikiside...
Bu, hem o pisliklerle zorla ağzına kadar doldurulmuş olduğu için nefret yüklü olduğunu bilen, hem de bunu ona yapanların yüzüne hepsini geri püskürtebilmek için yalnız kendine çalan birinin müziğiydi.
- ‘Beni içinize alıp eritemediniz. Sizin gibi etrafta ne olup bittiğinin farkında olmadan bir bok çuvalına dönüşüp, geberip gitmeyeceğim.’diye haykırıyor bu yaşlı zenci.
- İçime doldurduklarınızdan hepinize birer parça dağıtıp, en azından boş bir çuval olarak gideceğim öbür tarafa.
Teşekkürler dede! Burada kalabilmenin çıkış yolunu ve amacını biraz olsun gösterdiğin için.
Bu arada bunu yapması gereken birinin olması gerekmiyor muydu yukarıda bir yerlerde?
Parça arasıyla biraz kendime geldim. Kafayı üşütmekte olduğumu farketmenin verdiği rahatsızlıkla, hızla yerimden kalkıp pencereye gittim. Sevgili ciğerlerimi taze havayla ödüllendirdim. Onlar da tatlı tatlı şişip sönerek sevindiklerini gösterdiler. Yeniden başlayan müzik beni kendime bir içki daha hazırlayıp, koltukta kaybolmaya davet ediyordu. Davet gayet cazipti ama saat ikiye geliyordu ve benim uyumak, kalkmak; ayırdetmeksizin hepsinden eşit aralıkla nefret ettiğim, işime, iş arkadaşlarıma, masama, çöp sepetime, patronuma, çirkin sesli telefonuma, metal tabakları ve ahır kokusuyla yemekhaneme kavuşmak için sadece dört buçuk saatim kalmıştı. Şimdi yatarsam tüm bunlarla burun buruna gelmiş bir şekilde uyanacaktım. Halbuki şu an benimdi ve bitmesini istemiyordum. Fazla düşünmedim ve bardağımı alıp tahtıma kuruldum.
Gözlerimi araldığımda saatin üçe yaklaştığını gördüm. Bu süre içinde, gözlerimi istediğim anda açabileceğimi bildiğim bir yarı uyku halindeyim. Kontrolsüz hayaller, somut bir karşılığı olmayan ama varmış gibi yapan değişik hisler...
Göğsümün ortalarında bir yerde bunların bıraktığı hafif sıkıntılı bir ağırlıkla, beraberce doğrulduk.
Ayakta bir süre öylece durdum.
Düşüncelerimin elekte yerlerini bulmaları için biraz hareket gerektiği belliydi. Dünden kalan bulaşıkları yıkamaya gittiğimde artık rüyalarımın hep böyle olmaya başladığını düşünmeye başladım.
- Bu da neyin nesi acaba?
Olan biten hiçbirşeyi kendi içinde veya dışında, nasıl ve ne zaman düşünmek isteyeceğin tamamen kontroldışı. Bir istek, bir fikir, acıkma bile veya bir başkaldırı arzusu, hırs,aşk,delilik... Hangisini kontrol edebiliyoruz. Bunlar olup biterken biz neredeyiz. Onların zamanı geliyor ve biz durakta otobüs bekler gibi bize uygun olanı geldiği zaman binip yaşayıp gidiyoruz. Bunu ben yapmıyorsam ben bu işin neresindeyim.
Varlıkları şüpheli aklımı ve ruhumu iade ediyorum. Ve bu yamuk kürenin baş gardiyanına şöyle diyorum: Çöplerini taşıyacak başka bir kamyon bul. Benimki yağ yakıyor. Sen benim aracıma bok atacağına önce neden benzine su kattığını açıklasan
iyi olur!
Bulaşıkları bitirdiğimde saat üç buçuğu biraz geçiyordu.
En ufak bir korku, sarhoşluk, yorgunluk yok. Hiç birşey hissetmiyorum. Bir düğüm, belki kuklayı yöneten iplerden biri, bir şey çözülmüştü. Yine benim dışımda bir şey, ama bu defa her nedense iyi bir şey olmuştu. Kitaplığıma yürüdüm. Okumadığım ve asla okumayacağım kitaplardan yoksun, ufak dostlarıma...
- Sadece başlamış olmak utancı yüzünden devam ettiğim tüm ihanetlerim için özür dilerim, gibi bir şeyler geveleyip sırtlarını okşadım dostlarımın.
Ve sanırım sarhoştum. Sarhoş olduğundan emin olan kişi, sarhoş değildir zaten. Bu konudaki şüphesini bastırmaya çalışan kişidir sarhoş...
Düşünüyor muydum yoksa kendi kendime mi konuşuyordum, emin değilim.
‘The Cult’ çalıyor CD player adlı kardeş.
- Ne çok sevdik bu herifleri lan zamanında, diye salakça söylendim pencereyi açıp buz gibi soğuğa karşı. Burnum donduğu zaman kapamaya karar verdim pencereyi...

Korkunç bir gürültü. Ben kabuslarımla iç içeyken, kapı yıkılıyor. Gözlerim sanki ilk defa açılırcasına, acıyla takılıyor saate: 05:27
Asansörde birisi mi kaldı acaba? Asansör var mıydı lan bu apartmanda?
- Köpoğlu köpek aç şunu!
Zıpkın gibi dikiliyorum kapımın önüne.
Zahmetli kilit bey ve zincir abla, şingirdeyerek açılıyorlar.
Okkalı bir tekmeyle çelik kapı burnuma çarpıyor ve bayılıyorum...

06:46
Burnuma peçete yapışmış.
Kanlı kanlı, sıcak sıcak soluyorum. Kendimde değilim.
- İyi günler.
Karşımda, kaloriferin yanında biri, ifadesiz bana bakıyor. Elinde bir tabak var galiba. Kendimi kaybediyorum tekrar.
07:55
Yatağımdayım. İşime yüzlerce yıl geç kaldım bile.
08:13
08:54
09:23
Gözlerim açılıp kapandıkça, insafsızca ilerliyor saat.
Bana benzer kıyafetlerle bir herifin evde dolaşıp durduğunu kısık gözlerle farkediyorum. Ellerim ve bacaklarım uyuşuk. Müdahale şansım yok. Defalarca, beni yoklamak için olsa gerek, oda kapım usulca açılıp kapanıyor.
Hava iğrenç karanlık. Koyu gri yağmurlu. Saati zor seçiyorum.
14:30!
Üstümde ne zaman giydiğimi hatırlamadığım siyah bir gömlek ve keten pantalonum var. İçeriden gelen televizyonun sesiyle kendime geldim. Yatağımdan doğrulup, çarpılabilecek her yere çarptıktan sonra salona yöneldim.
- Merhaba.
- Merhaba!
- ...
- ...
Bulduğum ilk yere öküz gibi çöktükten sonra televizyona kilitlendim. Her zamanki gibi midemi bulandırmaya başladı bu gerzek alet.
- Katapırmışın sunu? diye mırıldandım, ‘kapatırmısın şunu’ demek isteyerek.
- Hm?
- Kapat şu Allahın cezası boku!.. lütfen, diye bağırdım bu kez.
Sıcaklık, sessizlik, loş ortam...
- Zeytin, çorba filan, bişeyler ister misin?
Güldürdü beni bu salak cümle.
- Ne demek birader zeytin çorba filan?
Ve ilk defa göz göze geldik, ve ben bittim, ve herşey bitti...
- Hassiktir, dedim.
Korkunç bir şekilde bana benziyordu herif. Gözlerim muhtemelen dana gözü gibi açılmıştı. İnanamıyordum. Neye inanayım ki zaten? Hangi birine?
Bir adam...
Haydi diyelim ben sarhoştum, ve diyelim ki hala öyleyim, mümkün mü böyle bir şey? Sen kapıma dikil, bir şekilde ağzımı burnumu kırarak içeri gir, beni giydir, yatır ve uyanmamı bekle. Hem de benim salonumda. İlk defa gördüğüm ikizim gibi üstelik.
- Baştan alalım, dedim.
- ...
- Dinliyor musun?
Kafa salladı.
- Bildiklerini anlat yoksa bir dakika içinde gebereceksin!
- Sen biraz dinlen. Ben daha sonra uğrarım, dedi. Ağır ve usanmış tavırlarla kapıya yöneldi ve çıkıp gitti. Kalkıp ona engel olamayacak veya sorulması gereken yüzlerce soruyu soramayacak kadar içi boşalmış bir haldeydim. Öyle ki, elimi hafifçe salladım bile o giderken uğurlamak maksadıyla.
Bir şey beni rahatsız etti. Neydi bilemiyorum gerçekten. Kendimi yarım yamalak hissettim.
Oradaydım.
Yalnızdım.
Odamda.
Telefon zırıl zırıl çalıyordu.
- Bu benim dedim, aynada kendime bakarken, bu enkaz benim...
Telefonu kaldırdım.
- Evet?
- Barış?
- Evet?
- Ben senim! Bunun farkındasın artık değil mi?
- Çok iyi! dedim, artık çığrından çıkmış bir umursamazlıkla. - Böyle devam et!
Ahizeyi yere fırlattım.
Yarım saat sonra sanırım, kapı çalındı.
- Anahtarın olmalı değil mi, diye bağırdım.
- Yok! Özür dilerim ama bulamıyorum. Açar mısınız?
İyice saçmalaşmaya başlamıştı herşey artık bu kadın sesiyle.
Hiç bir yerimi kaldıramadığım yatağımda, tüm beyin hücrelerimi seferber etmiş, kapıdaki yeni sürprizin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum.
Bugün ne? Hangi gündeyiz? Saat kaç?
Kapı yine çaldı.
- Ne var be!
- Barış bey iyi misiniz? Meşgulseniz yarın geleyim.
Evimin temizliğini yapan kadın bu. Çarşambaları gelir. Masaya bırakırım sabahtan parayı. Demek ki bu gün çarşamba. Güzel! Bu da bir gelişme.
Kapıya doğru ‘ruhsal olarak’ bir kaplumbağa gibi buruşuk ve yavaş, ilerledim.
- Evet.
- Özür dilerim. Anahtarlarımı unutmuşum da.
Ulan hiç bir çarşamba günü evde olmadım şimdiye kadar. Bu manyak kadının anahtarlarını evde unutması niye bu güne denk geldi? Ve nasıl oldu da evde olabilmem gibi bir olasılığı düşünerek kapıyı çaldı? Kendimi boğazıma kadar boka batmış hissediyor, hiçbir şeye hiçbir anlam veremiyordum.
- Pek iyi görünmüyorsunuz. Bir çorba filan yapayım isterseniz.
- İyi! Zeytin de koy yanına!
- Efendim?
- Bak kızım. Al şu parayı ve kaybol bugün ortalıktan sen en iyisi. İyiyim ben, ama yakında düzelirim merak etme!
Zavallı kadının şaşkın bakışları altında kapadım kapıyı.
- Ne dedim ben yahu...,

Kadınla yaptığımız, mana sınırlarını zorlayan diyalog biraz olsun kendime getirdi beni.
Salona geri döndüm.
Açık kalmış telefon, kısık, düzenli ve çirkin bir sesle bağırıyordu. Onu kapatmamla yeniden çalması bir oldu. Kaldırdım.
İşten kovulduğumu bildirdi sekreter kibarca.
Teşekkür ederek kapattım telefonu.
Yavaşça soyundum. Ilık, tatlı, ağır bir banyo yaptım.
Dolabımda, bir türlü nereye giderken giymem gerektiğini çözemediğim için, iki senedir asılı duran nefis bir italyan takım elbise var. Onu giymeye karar verdim. Saçlarımı taradım.
- Kelleşiyoruz galiba hafiften, dedim seslice. En pahalı parfümümü süründüm yüzüme, öyle her kadınla buluşurken sürmediğim. Gidecek bir yeri olmayan birisi için fazla iyisin be koç! diye bir gönderme yaptım kendime aynadan.
Derken kapı çalındı bir kez daha.
Gelen bendim.
- Senin anahtarın yok mu hala, dedim sırıtamayarak.
- Üzerinde unutmuşum, dedi.
- Çok komiksin, dedim.
- Bu senin, dedi.
Elinde kalın bir zarf vardı.
Aldım ve açtım.
Onbeş - yirmi bin dolar kadar para ve bir uçak bileti. İçinden bileti çıkarıp paraları ceplerime yaydım. Portekiz aktarmalı, Cabo Verde adasına uçan, üç saat kadar sonra kalkacak uçaktan tek kişilik yer.
- Sen gidiyorsun. Bense burada yaşıyorum artık. Anahtarları bırak. Pasaportunu almayı unutma.
Hızla odama gidip, bileti ve pasaportumu el çantama tıkıştırdım. O çanta dışında bir şey almayı düşünmeden kapıya doğru yürüdüm.
O ise salonda benim koltuğuma yerleşmiş konyak kadehimle haşır neşir bir halde...
- Ben gidiyorum o zaman!
- Kaybol, dedi.
- İnsanın kendinden başka dostu yoktur derlerdi de inanmazdım, dedim.
- Kaybol dedim sana, dedi.
- Ben de kayboldum...

Melek

                MELEK


- Aptallığımı kaybettim.
- Ne demek şimdi bu?
- Neyin var senin, diye sormadın mı Pelin? Onun cevabı işte.

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeyiz.
Ben, varlığından az önce haberdar olduğum “Niğde Gazozu” içiyorum. Bir boka benzemiyor!
Pelin çay içiyor. Ben çay içmem. Kahve içmem. Sırf meraktan ve cılız mönüde hemen göze çarptığı  için ısmarladım bu gazozu.
- Versene şundan biraz, diye şişeme doğru hamle yaptı Pelin.
- Olmaz. Sıkıca sarıldım şişeme.
- Niye be?
- Çok çirkin. İstersen evde yaparım sana ben bundan.
- Hadi canım nasıl olacak o iş?
- Büyükçe bir tencerede bolca şeker eritip, kıçımı açıp içine gaz çıkarır, kapağını kapatıp buzdolabında da biraz bekletirsem oldu sana meşhur “Niğde gazozu”!
Pelin yüzünde acıma ifadesiyle sırıttı:
- Az önce ne demek istediğini tam anlayamadım ama seni gerçekten endişelendiren şey aptallığını kaybettiğin düşüncesiyse, boşuna endişeleniyorsun. Hiç kaygılanma. Yerli yerinde duruyor.
- Sağol tatlım, diyerek öptüm onu. Filmlerde vampirlerin ısırdığı yerden. Hoşlanırdı bundan.
Galiba!
En azından ben hoşlanırdım.
- Sen olmasan ne yapardım ben? dedim gözlerinin içinde dalıp giderek…
- Gazoz işine girersin işte ne güzel!
Bir kadının benimle alay etmesini, hele bir de üstüne böyle nefis gülüyorsa çok seksi buluyorum. Ender olur ama oldu mu da üstüne atlamamak için zor tutarım kendimi ayıptır söylemesi.



Bir süredir Türkiye’deyim. Kendi ülkemde…
Özlememişim.
Birini veya bir yeri özlediğimi hatırlamıyorum zaten. Öyle bir duygum yok. Ben, ben olduğum sürece yer değişikliğinin bir anlamı yok. E, insan zaten sevmem. Özlemek ne demek ki o zaman?
Karnım acıkınca Türk yemeği canım çekmiştir yabancı ülkedeyken. Ama bu da bir özlem sayılmaz herhalde. Karnımı bir şekilde doyurunca geçiyor çünkü.
Ne diyorduk?
Aptallığım benim için önemli.
Çalıştığım iş yerinde bazen başarılarımı filan övüyorlar ki hiç hoşnut olmuyorum bundan.
Patronum bir İngiliz firmasını aramamı istedi benden. On dakika uğraşıp telefondan hat alarak karşı tarafı aramayı beceremedim.
O kadar mutlu oldum ki.
Başarı veya zekamın övülmesi beni ne kadar yere gömüyorsa, yanlışlarımın yüzüme çarpılması bir o kadar bana iyi geliyor. İşe yarıyor.
Bunu en iyi beceren, Allah.
İnsanlar bunu hakaret etmeden yapamıyor. Ben de ya ağızlarını kırıyorum ya da dayak yiyorum.
Uzun seneler böyleydi aslında. Artık değil. 
Epeydir değil...
Kedi gibi bir şey oldum. Hiç kavga çıkarasım yok. Dayak yiyesim hiç olmadı zaten.

- Şimdiye kadar yazılmış en iyi hikayeyi yazalım seninle, ne dersin? dedi Pelin.
- Yok öyle bir şey!
- Nasıl bir şey yok?
- En iyi hikaye diye bir şey yok. Dünyanın en iyi hikayesi saçmalığı! Olsaydı şu anda o hikayeyi hepimiz biliyor olurduk değil mi?
Dünyanın en iyi kitabı, en iyi grubu, en iyi parçası…
Bunlardan hep bahsedilir ama yokturlar.
- Ben senin dünyanın en iyi hikaye yazarı olduğunu düşünüyorum.
- Ben hiç hikaye yazmadım. Üstelik yazar da değilim.
- Yazdıkların ne o zaman?
- Bilmem. Dışarı çıkma zamanı gelmiş şeylerin benim anladığım dile çevrilmesi diyelim.
- Ne o “şeyler”? Yaşadıkların mı?
- Emin değilim.
Başını sağına çevirip hafifçe pofladı Pelin:
- Seninle sohbet etmenin işkenceden farkı yok!
- Biz sohbet mi ediyoruz?
- Allah’ım sen aklımı koru, diyerek çayını dipledi Pelin.
Tam bu sırada bir “sinirlenince çok güzel oluyorsun hayatım” filan patlatsam kesin kalkar giderdi. Ama yapmadım. Dursun kızcağız. Kime ne zararı var? Ayrıca hakikaten sinirlenince güzelleşiyor mu ne?
Demek sinirli olmadığı zaman çirkin bir insan. Bu fikrimi paylaşsam mı acaba kendisiyle?
- Ne düşünüyorsun?
Genelde kafam bomboştur. –Hiç- dememek için çaprazımızdaki masadaki kadının güzel bacaklarına sürünen kediyi işaret ettim.
- Ne? diye şöyle bir bakıp döndü.
- Kadını mı, kediyi mi?
- İkisini de…
- Nasıl yani?
- Bak Pelin. Konuşmayı sevmediğimi biliyorsun. Kediyi düdükleyip kadını evde beslemeyi düşünüyorum. Ha, tam tersi daha iyi fikir diyorsan o da olur. Kadını düdükleyip kediyi evde bes..-
- Tamam kes şunu.
- Niye? Hikaye yazmak zannettiğin şeye tam da başlamıştık halbuki!
Gözlerini iri iri açmış bana bakıyordu. Anlamaya çalışıyordu.
Ben de öyle…



                                                                                              *
Kedi tek gözünü kırpıp başıyla onu takip etmemi işaret etti.
- Kalk Pelin. Gidiyoruz.
Masaya üç beş fazlasıyla hesabı bıraktım.
- Ne oluyoruz yahu? Nereye?
Kedi önden, biz arkasından yürümeye başladık. Arada bir arkasına bakıp gelip gelmediğimizi kontrol ediyordu.
- Kediyi takip etmediğimizi söyle lütfen!
Cevap vermedim.
Birkaç ara sokağa daldık. Sonunda eskilikten yıkılmak üzere olan, ahşap, köhne, dışarıdan bile duyulan kesif bir sidik kokusu yayan bir evin bahçesinde durduk.
Kedi, düdüklü tencereye benzeyen ama üzerinde yanıp sönen ışıklar olan bir şeyin yanındaydı.
Gözümüzün önünde yavaş yavaş takım elbiseli bir adama dönüştü.
Ceplerini karıştırdı. “Birinci” marka sigara paketi çıkardı. Dedemin hayal meyal görüntüsü belirdi kafamda. O zamandan beri görmemiştim bu paketi.
- Epeydir görmemiştim bu paketi, dedim.
- Geçen geldiğimde aldım, dedi.
- Nasıl ya? Otuz senede bir mi geliyorsun? Ayrıca nereden geliyorsun ki sen?
- Uzaktan...kendi gezegenimden…
- Uzaylı mı şimdi bu? diye sordu bana Pelin.
- Evet dünyalı! Sakın dost musun, düşman mısın diye sormayın, kafanızı kırarım. Her seferinde aynı terane!
Bizim on dakikamız burada birkaç haftaya denk gelir. Neyse yormayın siz o ufak beyinlerinizi bunlara da bi çakmak ver bakalım koç! dedi bana bakarak.
- Bir kediden azar işitiyoruz, olacak iş değil, diye sesini yükseltti Pelin.
- Koskoca uzaylısın, bir çakmağın mı yok, diye tersledim ben de.
- Hadi hadi uzatmayın, ver şu çakmağı.
Önce onunkini, sonra da kendi sigaramı yaktım.
Derin bir nefes çekti sigarasından. Dumanını da burnuma üfledi. “Birinci” sigarası hala çorap kokuyordu.
- Epeydir içmiyor gibisin. Bu düdüklü tencerenin içinde zor oluyor galiba. Yoksa sizde de mi kapalı yerlerde sigara içme yasağı var, he he…
- O benim aracım. İçine ancak kedi boyutunda olduğumda girebiliyorum. E! Kediyken de sigara içmek zor oluyor takdir edersin ki. Patiler filan…
Evet, tabii ki anlamında kafamı salladım. Mantıklı konuşuyordu.
- Ee! Gidiyor musun şimdi, diye sordu Pelin.
- Yok canım, ne münasebet. Beni gezdireceksiniz bu gece. Sizi seçtim. Çok şanslısınız!
Pelin’le birbirimize baktık.
- İyi de niye bizi bu uzay tenceresinin yanına kadar yürüttün ki? Baştan söyleseydin ya uzaylı olduğunu.
- İnanmanız için.
- Yahu kediden insana dönüşüyor, bir de belki inanmayız diye bize aracını gösteriyor. Neyine inanmayalım? Şu an şunu anladım ki uzayda bizden başka akıllı canlı yokmuş, diye haşladı uzaylıyı  Pelin.
- İnsanların gözü önünde bunu yapamayacağımı kafanız almıyor mu?
- Peki niye biz? diye sordu Pelin.
Dedim ya, şans! Ha bir de şu kardeşime yazacak malzeme çıksın diye, dedi omzuma sağlam bir yumruk çakarak.
- Sağol, dedim. Madem ta nerelerdense oralardan geldin, biz de seni gezdiririz tabii. Söyle bakalım nelerden hoşlanırsın, nereye gitmek istersin?
- Bilmem! Bi boğaz yapalım, sonra sıkılırsam Everest’e bi bakarız belki.
Pelin’le yine aval aval bakıştık.
- Yavrum sen bu olmayan yer yön duygunla nasıl gezegen gezegen dolaşıyorsun? dedi Pelin. - Boğaz nereee, Everest tepesi nere?
Pelin’in kulağına eğilip fısıldadım:
- Yahu elin inine cinine niye yavrum mavrum diyorsun?
- Hah! Beni kıskanmadığın bi uzaylı kalmıştı, o da oldu, tam oldu!
- Ne konuşuyorsunuz fısır fısır? Vakit kaybediyorum. Benim buradaki bir günüm, kendi gezegenimde…amaan neyse hadi gidelim artık.
- Tamam, dedim. Nereden başlıyoruz? Boğazdan mı?
- Evet rakı-balık iyi gider. Öyle dandik bir yer istemem. Mezeleri sağlam bir yer düşünün. Sonra en ünlü gece kulübü neresiyse oraya götürün. Karı-kız görelim biraz.
Pelin’le ben ağzımız açık dinliyoruz.
Kulağına eğildim yine:
- Abaza uzaylı!
- Gece için de en iyi otelden bir süit lazım. Uyuyacaz herhalde. Ha! Bir iki Rus, ben odama girdikten yarım saat sonra kapımda olsun.
Pelin eğildi kulağıma bu kez:
- Ya ne pis bi uzaylıymış bu ya! Resmen pezevenklik hizmeti talep ediyor bizden bu! Gönderelim gitsin Barış.
- Saçmalama Pelin. Herif kediden adama döndü iki dakkada. Bizi eşek yaparsa ne olacak? Kuş yaparsa ne olacak? Ya da ne bileyim hamam böceği yaparsa ne olacak? Düşün bunları kızım. Böcek olursan çiftleşmem ben senle!
- Allah Kahretsin! Ne biçim bi şeye bulaştık biz böyle.
- Aranızda fısıldamayın dedik değil mi? Ne oluyor? Ne var?
- Bu dediklerin kaç para tutar haberin var mı senin, dedim. Haberin yok belki ama burada parayla olur bu işler ve o kadarı da bizde maalesef ki yok!
- Hımm, dedi. – Cebindeki en büyük parayı ver bana.
- Niye?
- Soru sorma. Ver!
Ben puflayarak cüzdanımı çıkarırken, Pelin dokunsam ağlayacak haldeydi.
- Al! Yüz lira.
- Kaça patlar bize bu işler?
- Hmm, Üç kişi, yemek, içki, en fazla 500 olsa, gece kulübü de bir o kadar olsa, otel, taksi, Ruslar filan derken 2-2 bin beş yüz filan herhalde.
- Ne çabuk hesapladın, diyerek karnıma bir dirsek koydu Pelin.
- Pelin saçmalama. Sallıyoruz şurada.
Biz hırlaşırken birden adamın elinde onlarca yüzlük banknot belirdi.
- Bunlar yeter mi?
Gözlerimize inanamıyor, birbirimizi dürtüp dürtüp gülüyorduk.
- Ne oluyosunuz be? Kedi bedenimi insana dönüştürürken neden bu kadar şaşırmadınız?
-İstediğin kadar yapabilir misin bunlardan, diye sevinçle bağırdı Pelin.
- Tabii.
Gitmeden bize bolca bırakır mısın bunlardan sana zahmet, diye sordum.
- Olur. Ama önce işi görelim!
                                                                                              *
Aslanlar gibi iki büyük rakı devirdi gözümüzün önünde. Yediği yuttuğunun da haddi hesabı yoktu.
- Sizin oralarda kıtlık var galiba, dedi Pelin.
 Güldü ve bağırdı uzaylı:
- Seviyorum ulan!!!
A-ha dedik. Kelle oldu bizimkisi. Hiç de olmamıştı halbuki. Akıllara zarar, tadından yenmez bir muhabbeti vardı. Kendim dahil olmak üzere herkesi korkunç derecede can sıkıcı bulan ben, acayip neşeliydim. İlk defa kafa dengim birini bulmuştum şu dünyada, o da bu dünyadan değildi zaten.
Ne kadar acıklı…
Gece kulübünde üçüncü veya dördüncü viskisini  diplediğinde,  kıçını  veya memelerini veya çoğunlukla her ikisini birden beğenmediği ve bunu yüksek sesle ifşa etmediği kadın kalmamıştı. Dayak yemememiz mucizeydi.
- Sizin oralarda kıtlık var galiba, dedi yine Pelin.
Yine güldü ve bağırdı uzaylı:
- Seviyorum ulan!!!
- Aynı şeyleri söyleyip durmasan?
- Sen de aynı şeyleri sorma o zaman. Evet gezegeninizi seviyorum, üstelik vaktim de çok kısıtlı. Uzun süre kalmam mümkün değil.
- Dünyayı seviyor olmanın daha mantıklı bir açıklaması olamazdı zaten, dedim.

Taksiye bindiğimizde hala sonuncu isteği için hakkında hiçbir girişimde bulunmadığımı fark ettim acı bir şekilde.
- Murat! diye bağırdım. Adamımız o idi. Oteli mi vardı Aksaray’da, ortağı mıydı neydi tam hatırlamıyordum. Hemen aradım.
- İki bacaklı olanlardan istiyosun di mi ağbim?
- Ne diyosun Murat? Kafayı mı yedin?
Üç bacaklı da var da ondan soruyorum ağbi. Translar yani.
- Rus dedik oğlum. Yoksa sende hem Rus hem de travesti olan da mı var? İyiymiş valla!
Pelin öyle bir tokat çaktı ki, cep telefonum köküne kadar kulağıma girdi sandım.
Pelin’in varlığını tamamen unutmuş olmam affedilir bir hata değildi. O da affetmedi zaten. Üstelik de bana pek çok adaba aykırı sözler sarfetti.
Sustum hak etmiş olduğum için.
O da sustu bir süre sonra.
Önemli olan, son görev de tamamlanmıştı. Taksiciye istikametimizi bildirdim.
Pelin’ doğru uzandım öpmek için. Kafasını çevirdi…


Otelin önünde önce Pelin’e sonra da bana sarıldı.
A! Az daha unutuyordum:
Yerden bir saniye önce orada olmadığına yemin edebileceğim orta boy bir bavulu aldı.
- Bu senin, diye iki eliyle kavrayıp karnıma gömdü.
- O’na iyi bak.
Gözüm bavuldaydı.
- Ona değil. Onun içindeki sana bakacak zaten. Ben kıza iyi bak diyorum.
Beni kolumdan sıkıca kavrayıp Pelin’den uzağa çekiştirdi.
- Kusura bakma Pelin. Bizim erkek erkeğe konuşmamız gereken iki üç dakkalık bi konu var.
Pelin, göz kapaklarını bir saniye kadar kapalı tutup başını öne eğdi, tamamdır, siz işinize bakın manasında.
Uyumlu kızdı.
- Çıkar bakalım şu West Ice paketini de seninle son bir sigara içelim. Sevdim ben bu sigarayı ha!
- Çorap aromasız. Sevicen tabii.
Cebimdeki dolu yedek paketi verdim ona.
Açık olandan yaktık birer tane.
- Beni iyi dinle. Bu bir diyalog olmayacak. Ben konuşacağım sen dinleyeceksin. Konuşmam bitene kadar tek kelime bile etmeyeceksin.
Birden aşırı ciddi ve sert bir tavır takındığı için itiraz etmedim. Başımı sallayarak onayladım.
- Buraya gelmem benim için bir ödül. İşimi iyi yaptığım için kısa bir tatil bonusu diyelim.
Sigarasının dumanını yine burnuma üfledi.
- Öyle mi? İşin ne ki senin? dememe kalmadan ağzımın üzerine hayatımın yumruğunu çaktı.
Yere kapaklandığımda ağzımdan ve sanırım daha çok burnumdan oluk gibi kan boşandı.
Pelin’e baktım bize doğru deli gibi koşuyor olduğunu umarak.
Elini; işinize bakın, ben böyle iyiyim manasında, havada görünmeyen bir şeyi hafifçe süpürür gibi salladı.
- Şu anda o bizi, ben nasıl görmesini istiyorsam öyle görüyor. Gördüğü şey karşılıklı tatlı tatlı sohbet ettiğimiz. Kalk ayağa ve bir daha sözümü kesme!
Yere kan tükürdüm. Sıkıca sümkürdüm çıkacak tüm kan bir an önce çıksın da kanama dursun diye.
Pek işe yaramadı.
Ayakta onu dinlemeye geçtiğimde, kan çenemde birikip birikip üstüme başıma damlıyordu.
- Rekora gidiyorsun geri zekalı. Salı günü işinden dönerken sana çarpacak arabayı son anda fark etmeni sağlayarak doğduğundan beri 3012.kez hayatını kurtardım. Evet rakama şaşırabilirsin çünkü bunların yüzde doksanını tehlike olarak bile fark etmedin. Fark ettiklerine ise hep bir kulp buldun. Yok “şansa bak”, yok “ ibne şoföre bak, neredeyse üstüme çıkıyordu”, yok “ İyi ki uçağı kaçırmışım”, yok “Allah korudu”…
Allah korumuş. Yok artık!
Allah artık sizinle değil!
 O kadar kitap gönderdik, niye okumuyorsunuz? Okuyanınız da çevirdiğiniz dolaplar yüzünden bir bok anlamıyor ya neyse.
Senin Allah’ın benim koçum!
Ve beni çok yoruyorsun.
Bizimkiler senin ölmeni istemiyor. Sebebini bilmiyorum ve en az senin kadar merak ediyorum.
Bir halta yarayacağını düşünüyor olmalılar. Bence o bildiklerini zannettikleri şey her neyse, yanılıyorlar.  Ama beni asıl şaşırtan şey, ‘seni öldürmeyi çok fena kafaya takmış olanın’  azmi.
Hemen aklına şeytan gelmesin. Onu siz bir tarafınızdan uydurdunuz. Biz kitaplarda ne dedik, siz ne anladınız!
İnsan bedeniyle varlığın; bu dünyada olman, bir şeyi çok rahatsız ediyor. Benim anlamadığım, bana emir geldiğinde sana yardımımı keseceğim ve zaten sen en geç bir iki gün içinde gebereceksin. O halde kim neyi alıp veremiyor ve niye sen ve nedir bu acele? Son zamanlarda o fark edemediğin ataklar çok sıklaştı çünkü.
Elimi kaldırıp söz istedim.
Gülümsedi.
- Tamam, tamam, konuşabilirsin.
Öksürüp boğazımı temizledim ve rengi artık daha açık kırmızı olan ağızımdaki birikintiyi tükürdüm. Ve söz aldım:
 - Peki. Konuyu şöyle bir özetleyelim istersen. Sen benim meleğimsin. Görevin beni bu dünyada korumak. Daha doğrusu uzaktayken korumak ama dünyada pataklamak. Doğru mu anlamışım?
- Zevzekliği bırak ve devam et. Sorularıma cevap bulabilmem için seni daha iyi tanımalıyım.
- Bunun için ne yapabilirim bilmiyorum. Ben de pek bi numara yok. Gördüğün gibi biriyim işte.
Ha! Şu konuda haklı olabilirsin. Bir şekilde doğduğumdan beri başıma gelmedik terslik kalmamış hakikaten. Annem anlatırdı. Ben bu durumun devam ettiğini ve bir şeyin beni sürekli kolladığını düşünürüm hep. Sürekli boğazıma kadar boka batarım. İntihar etmeyi çok sık düşünürüm. Ama bir şeyler oluverir her seferinde ve ben dörtayak üzerine düşerim. Yani bu durumda sana ne kadar teşekkür etsem az gelir değil mi?
- Evet!
-Hmm. Tamam o zaman.
Sigara?
- Ver bakalım.
Birden aklıma Pelin geldi. Yarım saattir filan konuşuyorduk ve üstelik ben dayak yemiştim. Ona baktığımda hiç de halinden rahatsız gözükmüyordu.
Bizimki aklımı okudu sanki:
- Onu merak etme. Bizim bir saatimiz onun on beş saniyesine denk geliyor şu anda.    
- Eeh yeter be! Çarpıcam suratına şimdi bir tane ha!
- Denesene, dedi pis pis sırıtarak.
Vazgeçtim.
Ama kızgındım.
Ve bir o kadar da bezmiş…
- Bak, dedim.
Bütün gün ve gece beraberdik. Benden alabileceğin bir bilgi, bir işaret, herhangi bir şey olsaydı şimdiye kadar çoktan almış olman gerekmiyor muydu?
Kafamı allak bullak ettin. Cevabını senin vermen gereken soruları bana sordun. Öyle değil mi? Bütün bunların tezgahlandığı yerden gelip de benden daha fazlasını bilmiyor olman senin için korkunç bir başarısızlık değil mi?
Bak sana fikrimi söyleyeyim:
Beni birkaç bin defa daha ölümden veya katlanılmaz zorluklar ve acılardan filan kurtaracaksın. Ve bir gün aynen senin dediğin gibi, sana görevinin bittiği söylenecek ve ben öleceğim. Dünya benim varlığımdan bir şey kazanmadığı gibi yokluğumdan da zerre kadar etkilenmeyecek. İnsanların neredeyse tamamı özel olduğunu düşünür. Ama değildirler ne yazık ki. Ben de sadece onlardan biriyim işte. İşini ve beni önemsemekten vazgeç. Söylediğin garipliklerin istatistikten öte bir anlamı yok.
- Bitti mi?
- Bilmem. Saçmalamaya devam edip etmeyeceğine bağlı.
- Sen salaksın!
- Bilmediğim bir şey söyle.
- Bugüne kadar kaç kişi meleğiyle yaşarken yüzleşti sence?
- Meleğinin yılışıklığına bağlı olarak az da olabilir çok da!
- Komik mi bu?
- Tabii! Ağzımı kırmasaydın gülebilirdim hatta. Kendimi çok güldürürüm ben.
- Aferin sana.
- Bence de. Neyse söyle bakalım içinde kalmasın. Kaç melek dünyaya inip koruduğu insanı sopalamış?
- Hiç. Bu daha önce hiç olmadı. Bunun da mı bir anlamı yok senin için? Evet, tabii ki seninle yüzleşmek istiyordum. Her melek ister koruduğu insanla birkaç dakikalığına da olsa konuşabilmeyi. Ama boyut farkından dolayı bu imkansızdır.
- Sen iyice zıvanadan çıktın! Yasak mı, imkansız mı bi karar ver. Arada baya bir fark var çünkü! Üstelik herhalde her ikisi de değil ki buradasın.
- Bizimkiler isterlerse yaparlar. Seninle buluşmam da emredildi ve oldu.
- Kutsal kitaplarda bu tip cümleler var hakikaten!
- Bir şekilde kaderine dahil edildim. Sebebini ve sonucunu bu bir ilk olduğu için bilmiyorum.
- Bir haltı da bilsen düşüp bayılacağım zaten.
- Olacak olan her ne ise yakında olacak sanırım. Bu yüzden hep beraber olacağız. Ve nelerin bizi beklediğini anlayacağız.
- Buluştuğumuzdan beri beni kandırıyorsun yani. Hani fazla kalamazdın, hani gidecektin filan? Ne yalancı melekmişsin sen be! Bize hiç bahsetmedilerdi üçkağıtçı meleklerden!
- Böyle olmalıydı. Sana baştan anlatsaydım ya kaçardın ya da delirirdin.
- Kediden adama dönüştüğünde hiç de öyle bir şey olmadı biliyorsun. Kaçsak o zaman kaçardık.
- Beyninizi uyuşturdum da ondan.
- Hay yaşa! Tam iş yapılacak adamsın.
“Özmelek Üçkağıtçılık- Yalan Dolan Unlimited!
Süper kartvizit olur. Dünyayı ele geçiririz seninle biz.
- Olacak olan budur belki…
                                                                                              *
Bavuldaki para yedi ceddimize yeterdi.
Küba’ya gitmek istiyordum.
Ölmeden Castro’yla görüşebilmek.
Ben veya o ölmeden önce.
Görünüşe göre iki ihtimal eşit uzaklıktaydı.
Hemingway’in masasına oturup yazı yazmak.
İzin verirlerse tabi…
Verirlerdi bence.
Küba iyidir.
Pelin’le harika günler ve geceler geçirdik.
Kısa keseceğim.
Akşam yemeklerini Fidel’le onun davetlisi olarak yiyorduk. Yemekten sonra onun çalışma odasına geçiyor, rom içip sohbet ediyor, Küba puroları içiyorduk.
Gündüzleri Pelin’le beraber çocuklar gibi oynuyorduk Küba’nın olağanüstü denizinde.
Akşam üstleri Pelin’i gezmeye gönderip, masaya Hemingway için de içki koydurup yaptığımız hayal ettiğim sohbetleri kağıda döküyordum.
Kendimi ölmeden önce ki son istekleri sorgusuz sualsiz yerine getirilen bir idam mahkumu gibi hissediyordum.
Bir sakıncası yoktu.
Bütün bunların nasıl gerçekleşebildiğini mantığım açıklayamıyordu. Ama bir şekilde gerçekti bu yaşadıklarım ve şu saatten sonra ölmemin hiçbir kötü yanı yoktu.
“ İnsan kendini en mutlu hissettiği anda intihar etmelidir.”
Bunu kastettiğini biliyor ve senin de şerefine içiyorum Steinbeck…

Meleğimle bir anlaşma yapmıştık. Bundan sonra hep benimle olması gerektiğini söylemişti. Buna karşılık ben de ona iki hafta benden uzak durmasını, Küba’ya tatile gideceğimi ve O’nu ve saçmalıklarını en azından bu kadarlık bir süre için duymak istemediğimi söyledim. O’da;
- İki haftamız olmayabilir ama öyle olsun, diyerek ortadan kaybolmuştu.
Tam iki haftanın dolmasına bir gün kala, şans meselesiyle ünlü 13. günde yani, kapalı olan cep telefonum çaldı. O’ydu tabii ki.
- 3013!
- Yanlış numara, diyerek telefonun kapama tuşuna bastım boşuna olduğunu bilerek.
- Bak şakacı çocuk beni iyi dinle. Haberler pek iyi değil.
- Bana iyi bir haber verdiğini hatırlamıyorum.
- Senin hayatta kalmana 3013. Ve son kez yardım edeceğim. Artık bana başına geleceklerle ilgili bilgi verilmeyeceği bildirildi. Artık tamamen yalnızız. Seninle işim bitene kadar da geriye dönüşüm yasaklandı.
- Güçlerin ne alemde peki. Şapkadan tavşan çıkarabiliyor musun hala?
- Sanırım evet
- Güzel.  Eee bu sefer nasıl geberecekmişim peki?
- İşte orası biraz moral bozucu. Artık büyük oynuyor bu “şey”. İşini şansa bırakmamaya niyetli.
- Söyle be adam ne olacak?   
- Üç saat sonra korkunç bir deprem olacak. Küba’nın sulara gömülmesine üç, senin aktarmalı uçağının kalkmasına iki saat var. Biletleriniz odada. Pelin’in kırmızı ceketinin iç cebinde.
- Allah’ım! Allah’ım!
- Efendim!
- Kes şunu be! O kadar insan ne olacak peki? Fidel ne olacak? Düşünen yok mu?
- Yok!
- Eğer gerçekten bensem bunun sebebi, pire için yorgan yakmak değil mi bu?
- Senin atasözü dağarcığını dinleyecek vaktim yok. Pılınızı pırtınızı toplayıp hemen topuklayın.
- Dur bir dakika. Nereye gideceğiz?
- Nepal. Everest Tepesi!
- Everest ha? İlk tanıştığımızda da söylemiştin. Başka yer mi bilmiyorsun, nesin?
- Acil kaçış noktamız orası. Gelince anlayacaksınız.
                                                                                              *
Koskocaman metal bir top hayal edin.
İçindeydik…
Önce, dağın eteğinde ilk bakışta fark edilmesi neredeyse imkansız ufak bir kovuktan içeri girdik.
Asansör benzeri bir kafes bizi vakumlar gibi hızla yukarı çekti. Üç-dört saniye sonra durdu.
Çok soğuktu.
Dağın zirvesine yakın olmalıydık.
Pelin’le ben nefes almakta zorlanıyorduk.
Devasa kürenin önündeydik. Dağın içindeki büyük oyukta, hiçbir yere temas etmeden öylece havada asılı duruyordu.
Eliyle bize yol gösterir gibi girmemizi işaret etti.
Ortada gözle görülür bir kapı filan yoktu.
Asansörümsü nesne ile arasında ince bir köprü yol vardı. Yoldan dikkatlice yürüdük ve yaklaştıkça metal kütle bulanıklaşıyor ve sisli, puslu bir görünüme bürünüyordu.
Çok modern ama bir o kadar da sade döşenmiş olarak anlatabileceğim kürenin içine, normal bir evde, aralarında kapı olmayan bir mutfaktan salona girer gibi elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdik.
Peşimizden O’da girdi ve anında tüm iç yüzey, ilk başta gördüğümüz o metalik halini aldı.

Dünya ortadan ikiye yarılsa bile burada bize bir şey olmayacağını anlattı. Uzayda ufak bir metal bilye gibi salınıp duracağımızı söyledi.  Oksijen, yiyecek ihtiyacı gibi somut cevaplar gerektiren maddesel sorularıma nedense bir Türk gibi cevap verdi:
- Yeter, yeter, yorma kafanı sen bunlarla. Abin sana bi balayı güzelliği de yapmasın mı yani?
- Abim misin, melek misin, Allah mısın nesin bir karar versen artık! Ne olduğunu bilemediğim için sana bir ad da takamadım. Sen zaten söylemedin. Adın ne senin hakikaten?
- Tanık de bana!
- Tarık mı?
Güldü. Ancak bir melek bu kadar dolu ve içten gülebilir diye düşündüm.
- Hayır. Tanık.
Balayıymış! Balayı dediğin üç kişi geçirilmez!
Hele dünyadan izole bir hücrede hiç. Üstelik biz Pelin’le evli bile değiliz.

Tüm çabası boşunaydı. Bunu adım gibi biliyordum. Peşimdeki kötülüğü ondan çok daha iyi tanıyordum. Doğduğumdan beri beraberdik zira. Atladığı nokta buydu işte. Başıma gelecek bir bela mutlaka gelecekti. Önlemeye çalışmak anlamsızdı. Hem belki de gerçekten bir an önce ölmem gerekiyordu. Şimdiden kim bilir kaç yüz binlerce insan benim yüzünden hayatını kaybetmişti. Adının Tanık olması da garipti ve neye işaret ettiğini anlamıyor, bilmiyordum. Bildiğim; tanıklık edeceği bir şey varsa o da benim hayatta kalmam pahasına dünyanın göz göre göre yok olmayacağıydı. Buna izin vermeyecektim.
Ölüm fikriyle bir derdim hiç olmadı. İntihar fikrini hep sevdim. Sempatiyle yaklaştım.
Bizleri ölümsüz kılabilecekken, bunu yapmayan, sürünmemize göz yuman Tanrı’ya olan kızgınlığım bile artık eski gücünden uzakta.  “ Aman! Vardır bir bildiği” diyerek seneler süren derin nefretimi dolaba kaldırıvermiştim bir anda beynimin derinliklerinde bir yerlere. Ne derinliğiyse ayrıca o? İki buçuk santim filan mı? Dünya üzerinde kendini bi bok zannederek kımıl kımıl oynaşan virüsler olduğumuzu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Bu dünyanın asıl sahipleri doğduğu anda kendine yetebilen; hayatta kalmak için anne, baba gibi bakıcılara ihtiyaç duymayan canlılardır.
Geri kalanı sonradan imalattır. Nuh’un gemisiyle tepeden inmeler... ve… Adem, Havva gibi kovulup hazır yapım gelenler…   
Kira kontratımız doldu belki de. Veya ev sahibinin canı istedi, artık kendi evinde kendi oturacak.
Ki sonuna kadar da haklı. Evin içine sıçtık zira.
İşte tüm bunları günler, geceler boyunca anlatmaya çalıştım Tanık’a. Dışarı çıkmalıydım.
Kendime ait olmayan bir kararla dünyanın yok oluşuna sebep olacağıma, kendime ait bir kararla illa öyle olması gerekiyorsa ben yok olmalıydım. Dünya yok olacaksa zaten yok olur, ki bu bir gün nasılsa olacak, buna neden ben sebep olayım ki?
Tanık’ın savaştığı şey “kader”di. Ve onu yenmek ihtimal dışıydı…
- Peki. Bu “peki” beni ikna ettiğin anlamına gelmiyor. Ben kendi açımdan bakıyorum duruma. Sana yardım edebilmem için gereken bilgi akışı artık yok. Olacak olan, olana kadar da beraber olmamız istendi. Belki görevim, bana verilen ad gibi yalnızca tanıklık etmek. Peki dostum. Öyle olsun. Çıkıyoruz buradan. Var mı kafanda bir yer?
- Finlandiya! Hep görmek istemişimdir. Şöyle güzel bir deniz kıyısı evi ayarla bize balayılık! Şöminesi olsun. Güzel yemekler, İskoç viskileri, kaliteli purolar…eksiklik istemem. Rahat ettir beni Tanık. Pelin’le hayatımıza girdiğinden beri her şeyimiz alt üst oldu. Eğer bunlar son günlerimizse, bari böyle ayrılalım dünyadan.
Gözleri yaşardı Tanık’ın. Ne biçim melekti bu böyle? Ağlamalar, duygulanmalar filan.
- Hareket zamanı o zaman çocuklar. Şömineyi yaktım bile.
- Melek dediğin böyle olur işte. Aslanım Tarık!
- Sensin Tarık. Ayrıca daha iki saniye önce melekliğimi beğenmediğini düşünüyordun. Ne oldu da değiştin? Sevmem ben ikiyüzlülüğü ha!
- Sen de düşüncelerimi okuyup her boku bilmeyiver! Biz insanlar ikiyüzlülüğümüzle hayatta kalırız. Bak yeni bir şey daha öğrendin bizden ne güzel, diyerek omzuna vurdum.
O’da benim omzuma vurdu ve yere kapaklandım. Elinin ayarı yoktu ayı Tarık’ın.
- Kafandan geçenlere hakim ol bakiim, küfür sevmem ben. Elini uzattı yerden kalkmam için.


                                                                                              *
Finlandiya Günlüğü:
Gün 1: Sevgili günlük. (he,he)
Hayatımda ilk defa günlük tutuyorum ve inan bana kendimi hiç bu kadar salak hissetmemiştim. Ben seninle mi konuşuyorum şimdi yoksa kendi kendime mi? Deliliğin daniskası!
Neyse söyleyeceğim şey şudur ki günlerin sayılı sevgili günlük! Ben gidici olduğum için dolayısıyla sen de öylesin.  Birileri; nalları dikmeden önce ve bunun pek yakında olacağını bilerek yaşayan bir adam, son günlerini nasıl ve ne gibi hisler içerisinde geçirmiş diye merak ederse –ki hiç zannetmem- okusun diye yazıyorum.
Meleğim Tanık, ben ve sevgilim Pelin’le gün batımını seyretmeye gittik. Saatlerce bekledik ama batamadı bir türlü. Buralarda böyleymiş bu iş. Mevsimi değilmiş.
İlk gün ve ilk deneme için çok bile yazdım sana sevgili günlük.
Görüşürüz.

Gün 2: N’aber?
İyi misin günlükçüğüm? ( hey güzel Allah’ım, niye giriştim ki ben bu işe durup dururken?)
Ev süper. Yiyip içiyoruz, sevişiyoruz. Hepimiz değil manyak günlük! Hemen yanlış anlama her şeyi. Biz Pelin’leyken ortalardan kayboluyor bizimki.
Radyo hep açık. Klasik müzik kanalına sabitledik.  Tanık bazen kanal değiştirip haberleri dinliyor ama. Bir felaket haberi yakalama peşinde.

Gün 3: Bizim keyfimiz gayet yerinde ama Tanık’ın davranışlarında bir takım gariplikler başladı. Sabahtan beri güldüğünü görmedim. Bizimle neredeyse hiç konuşmadı ve bildiğim kadarı ile yemek de yemedi. Neyse yakında çıkar kokusu. Yarın sabah bi yoklarım ben onu, sana da şimdiye kadar yaptığım gibi yatmadan günlük raporumu veririm.

Gün 4: Tanık’ın morali berbat durumda.  Yine de ağzından birkaç laf alabildik. Dün sabah biz uyurken kapıya üç kişi gelmiş. Konuşmak istediklerini söyleyip dışarı çağırmışlar. Ormanda bir süre yürümüşler.
- Bir anlaşma teklif ettiler. Sakın tek bir soru bile sormayın bana! dedi.
Şimdilik başka bir şey bilmiyoruz.

Gün 5: Tanık sabah bizi radyonun başına çağırdı. Susup dinlememizi istedi, biz de itiraz etmedik. 
Haber kanalını açtı:
·           Kudüs’te gökten kan boşaldı. Saatlerce süren kan yağmuru yüzünden insanların neredeyse tamamının aklını yitirdiği söyleniyor.  Bilim adamları bunun nasıl mümkün olabileceği konusunda bir açıklaması şimdilik yok. Kan örneklerinden alan Şam Üniversitesi Kan Merkezi, kanın ne kanı olduğuna dair bir eşleştirme yapamadığını duyururken, örneklere ulaşan NYBC (New York Kan Merkezi) ise durumu doğruladı ancak bunun,  içinde RH faktörü bulunmayan insan kanına oldukça benzemekle birlikte kesinlikle insan kanından farklı bir örnek olduğunu belirtti.
Kendilerine “Esseneler’in Oğulları” adını veren bir gurup, kanın; uzaylı atalarının, maymundan insan oluşturmadan önceki saf hali olduğunu, yani bu kanın Tanrı’larının kanı olduğunu açıkladı.
·           Seattle’ı 9.7 vurdu!  Amerika kıtası ve dünya tarihinin en büyük depremlerinden biri sonucu ölü sayısının şimdiden bir milyonu aştığı tahmin ediliyor.
·           Çin’de tanımlanamayan hastalık! Hükümetin bildirdiğine göre iki gün içindeki resmi kayıp 123.023 kişi. Ebola’ya benzer belirtiler gösteren fakat ondan çok daha hızlı ve ölümcül yeni tip bir RNA virüsünün yol açtığı düşünülen hastalığın ülkenin birçok yerinde eş zamanlı olarak baş göstermesinden dolayı herhangi bir karantina işlemi başlatılamıyor. Hastalık havadan bulaşma da dahil olmak üzere bilinen her yolla bulaşıyor ve ölüm, virüsün vücuda girişini takiben en geç iki saat içinde gerçekleşiyor ve hastayı, iç organ dokularını sıvılaştırarak kan torbasına dönüştürüyor. Acilen panzehir bulunmazsa 48 saat içinde 10 milyon, bir hafta içinde ise 1 milyar insanın virüsten dolayı hayatını kaybedeceği tahmin ediliyor.
·           Tüm dünyada borsa işlemleri durdu. Halk paralarını alabilmek için kapanmış olan bankaları yağmalıyor…
Bunların seninle paylaşacağım son bilgiler olmasına karar verdim günlük.  İşler iyi giderse bir gün yazmaya devam ederim. Birlikteliğimiz uzun sürmedi ama seni sevmeye başlamıştım bile.
Kendine iyi bak…

Haberleri dinleyip odama çekilip günlüğüme son satırlarımı yazıp salona geri döndüm.
Tanık’ı, o üç adamın ona ne söylediğini bize derhal anlatmazsa öldürmekle tehdit ettim. Buna gücümün yetmeyeceğini o da, ben de biliyorduk. Yine de anlattı.
Tanık’a beni öldürmesi gerektiğini, aksi halde başlamış olan kıyamet sürecinin bir hafta içinde tamamlanacağını bildirmişler.
- Kim bunlar? Bu kadar heveslilerse neden kendileri yapmıyorlar şu işi?
- İşler çoktan beni aştı, dedi Tanık. –Senin niye Finlandiya’yı seçtiğini bilmiyoruz. Buraya dokunamadıklarını biliyor muydun? Tam altımızda riske atamayacakları kadar önemli bir şey varmış, dedi.
- Geri zekalı herif! diye haykırarak üzerine atladım. Ağzına, burnuna ve artık neresine denk gelirse deli gibi yumruklamaya başladım. Hiç karşılık vermiyordu. Ben de bir süre sonra yorgun düşüp yanına serildim.
- Benim ölümle bir problemim olmadığını söylemedim mi ben sana? Hani seçimime saygı gösteriyordun?
- Evet ama unutma ki ben Tanık’ım. Sadece izleyeceğim. Artık müdahale yok. Ayrıca Finlandiya’yı seçmenin, senin bilinçaltına seni korumak için konulmuş bir komut olduğu da çok belli. Bu savaş bizim savaşımız değil anla artık. Bırak ne olacaksa olsun. Senin istediğin de bu değil mi zaten? Hepimiz piyonuz. Farkımız; sen şahı tehdit ediyorsun! Bunu sen seçmemiş olabilirsin ama değiştirmek için yapabileceğin bir şey yok.
- Var. Kendimi öldürmek!
- Dene istersen. Ben, ne yaparsan yap beceremeyeceğinden eminim.
- Bu onlar için çok önemli olan şeyin üzerinden giderim. Finlandiya’yı terk ederim.
- Ne ile? Uçak seferleri iptal. İnsanlar evlerinden çıkmıyor.
- Kalbime bıçak saplarım.
- Dene, dedi.
Denedim.
Mutfağa koştum. Ekmek bıçağını iki elimle sıkıca kavrayıp derin bir nefes alıp verdim ve tüm gücümle kalbimin üzerine gömdüm.
Sapından kırıldı!
Defalarca türlü bıçak, çatal, elime ne geçtiyse denedim. Ya kırıldılar, ya yamuldular, ya da birden kor haline geldiler ve elimden fırlatmak zorunda kaldım.
Dehşet, panik, korku, ümitsizlik
…bunlardı yaşadıklarım.
Dünya benim yüzümden -ki ben ne Allah’ın cezasıysam artık- yok oluyordu, oturduğum yerden milyonlarca insanın ölümünden sorumlu oluyor ve hiçbir şey yapamıyordum.
- Peki Tanık sana bir soru!
- Sor bakalım.
- Bu adamlar…Kötü tarafın adamları diyelim…
- Evet?
- Kapıya kadar geliyorlar. Beni değil de seni ormana götürüyorlar. Beni götürüp boğazlayıverseler ya! İlla doğal bir felaketle mi ölmem lazım? Böyle mi zevki çıkıyor bu işin nedir?
- Güzel soru.
- En sinir bozucu cevaba başlama şekli!
- Güzel soru çünkü ben de aynısını onlara sordum.
- Beni niye öldürmediklerini mi? Sağol çok incesin! Peki cevap?
- Onlar elçi! Uygulama organı onlar değil. Teklifi ilettiler ve gittiler.
- Ne ağır bir hiyerarşik düzen varmış sizin oralarda. Geberticiler filan diye bir organ yok mu peki bu işleri halleden? Vardır muhakkak. A-ha! Azrail ne iş yapıyor? Bu değil mi işte onun görevi?
- Evet bravo ama “O” bizden. Onlardaki durumu inan bilmiyorum. Kimlerle, kimle veya nelerle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorum. Bildiğim iyinin ve dolayısıyla da daha güçlü olanın tarafındayız.
- Şu milyarlarca insanı sinek gibi öldürmek üzere olan “iyi” taraftan bahsediyoruz değil mi?!
- Evrenin genel düzeninin bozulmaması adına bazı fedakarlıklar yapılabilir!

                                                                                              *
O gece, yani dünyadaki son günüm olduğundan habersiz olduğum günün gecesi bir rüya gördüm. Gerçekten çok daha gerçek…
Bir balıktım.
Etrafımda türlü renkler ve çeşitlerde hepsi birbirinden güzel, ayrı birer sanat eseri olan sayısız balık yüzüyordu. Sadece benim etrafımda değil, her yerdeydiler. İçinde bulunduğumuz su sonsuzdu sanki. Ucu bucağı, üstü altı, genişliği boyu belli değildi.
Bir ışığın güzelliğine aşık oldum. Ona doğru yüzdüm. Yaklaştıkça kalbim aşktan patlayacak gibi oluyordu.
Işık beni içine aldı ve konuştu.
Beynimin içinde duyduğum sesin güzelliğinden kendimden geçecek gibi oluyordum.
- Merhaba benim sevgili küçük balığım.
Yuvana hoş geldin.
Dünya artık yok. Orası hepiniz için küçük bir yolculuktu sadece.
Bu gördüğün bir rüya değil. Asıl rüya geride kaldı.
Evinizin altındaki aracı az daha ele geçireceklerdi. Bu her şeyin sonu olurdu. Neyse ki Tanık; sen ve Pelin uyurken onu yerinden çıkardı ve eski bedenlerinizi dünyada bırakarak, gerçek bedenlerinizle sizi bana ulaştırdı.
Gözlerinden tanıdım az ötemde durmakta olan artık anlatılamaz güzellikte bir balık bedenine bürünmüş olan Pelin’i.
Ölen insanlar için üzülme benim tatlı balığım. Onlar, içlerindeki yaşayan tek şey olan saf balığı öldürmüş olanlardı. Yani zaten ölmüşlerdi. Aralarından “onu” koruyabilenler zaten burada diriltildiler.
Buraya isim bulmaya çalışma…aynı şekilde bana da…
Benim için neden özel olduğunu da anlamaya çalışma.
Artık özüne, yuvana, tamamen sana ait olan sonsuz güzellik hükümdarlığına geri döndün.
Aşk artık sonsuza kadar seninle