15 Aralık 2011 Perşembe

Apartman

Apartmanın ışıkları ikinci kez kendi kendine söndü. Kapımın önündeki, ceplerinin astarı defalarca aranmaktan dışarı fırlamış salağın sesi tüm apartman boşluğunu çınlattı.
- Nereye girdin be Allahın cezası!
Acı bir sesti bu.
Kayıp anahtarının acımasızlığına yenik düşmüş, içeriye, kendi evine girebilmek için çırpınan birisi gibi davranan bu kişiyi tanıyabilmek için gözümü kapının deliğine iyice yapıştırdım. Işığı tekrar yakıp kapıma biraz daha yaklaşırsa yüzünü görebilirdim belki. Neredeyse beş dakikadır kapımın önünde tıkırdayıp duran, evimi kendi evi zanneden bu yüzü merak ediyordum. Kapıyı açıp sorabilirdim ama belli ki ya çok içmişti ya da deliydi. Her iki ihtimalle de kapıyı açmasam daha iyi olurdu.
- Orospu çocuğu!
Hırsından kendinden geçmiş, ışığı yakmaktan da vazgeçmiş, karanlıkta debelenip oraya buraya çarpıyordu. Üzerindekileri çıkarıp silkelediğini tahmin ediyordum. Herhangi bir şıkırtı duyabilmek için bekledim. Anahtarını bulup kapımda denerse belki ahmaklığını anlar ve çekip giderdi. Arka arkaya bir kaç bozuk para saçtı etrafa. Bir kaçının merdivenlerden alt katlara doğru zıplayarak indiğini duyabiliyordum. Etrafını görebilmek için elini duvara sürterek ışığın düğmesini aramaya başladı bu kez. Yılan gibi hışırdayarak tüm duvarları sıvazladı. Ben de bu arada komşulardan birinin ziline yanlışlıkla basması için dua ediyordum. Belki birisi çıkarda bu herife burada ne bok aradığını sorardı. Ama olmadı. Işığı bulduğunda merdivenlerin başına gidip, aşağıya neler yuvarladığına bakmaya gitti. Merdivenden inmiyor, herhangi bir devinim göstermeden öylece basamaklara bakıyordu. Belki de aşağı iner, gürültüden birisi kapısını açar ve beni paralarımı toplarken görürse ne derim diye düşünüyordu. Işık tekrar söndü bu arada. Gidip ışığı tekrar yaktı ve eski yerine dönüp basamakları süzmeye devam etti bir de sigara yakarak. Sinirlerim gerilmeye başlamıştı artık. İçimden kapıyı birden açıp, koşarak kıçına bir tekme atıp onu apartman boşluğuna yuvarlamak ve kapıyı kapatıp güzel bir uyku çekmek geçti. Şu sersemin yüzünü görmeyi çok istiyordum. Belki o zaman ne tip bir baş belasıyla karşı karşıya olduğumu anlayabilirdim. Ama nedense kapımın deliğinden dışarısı bulanık gözüküyordu. Daha bir gün önce böyle değildi halbuki. İyi hatırlıyorum çünkü kimseyi beklemediğim bir anda geliveren arkadaşlarımı tek tek, ellerindeki içki dolu torbalara kadar görebilmiş ve kapıyı da ona göre hazırlıklı açmıştım. Ama şimdi tam deliğin içine birisi bir şey sürmüştü sanki. Belki bu dışarıdaki iblis kapının kendi kapısı olup olmadığını anlamak için, deliğin üzerindeki ismi okumaya çalışmış, o sırada yağlı burnu deliğin camına değmişti. Pis herif! Sümüklüböcek!
- Bir an önce defolup gitse de yatsam! Yarın işim var benim...
Yatağıma gidip biraz kitap okumak, sakinleşmek ve uyumak istiyordum. Ama yapamazdım. Kim kapısının önünde içeriye girmek isteyen birisi varken uyuyabilir ki? Hırsız olsa kafasına bir odun vurup bayıltır, polisi ararsınız. Ama böyle bir durumda?
Dayanma sınırıma gelip elim kapının koluna gittiğinde hemen geri çekildim. Çünkü dışarıdaki yaratık kelimelerini tam seçemediğim öyle uzun ve okkalı bir küfür böğürdü ki, kapımın başıma yıkıldığını zannettim.
Her yanım titremeye başlamıştı. Hemen mutfağa koştum. Bir bardak buz gibi su doldurdum ve mutfak masasına çöktüm. Bir iki yudum aldıktan sonra daha sağlıklı düşünmeye başlamıştım bile. Son günlerde sinirlerimin çok bozuk olduğunu biliyordum. Durumu fazla abarttığımı kavrayabiliyordum şimdi. Sakinleşsem iyi olurdu. Alt tarafı ne idüğü belirsiz bir tip kapımda dikiliyordu. Yapacağım tek şey kapıyı, zincirini açmadan hafifçe aralayıp durumu anlatmaktı. Anlamazsa, evimde telefonum var. Herkese haber verebilirim. Ne oluyor ki bana? Evinde güvende olan ben zangır zangır titrerken, dışarıda evini bulamayan, yalnız başına karanlıkta kalakalmış bu ‘şeytan misafiri’ olanca özgüveniyle duvarlara haykırıyor.
Yerimden kalktım. Haklılığımın verdiği güçle, şu adama daha önceden söylemeyerek kendime eziyet çektirdiğim tüm sözleri bir kez daha tarttım.
Evet. Bu iş birazdan bitecek ve ben ne kadar aptal olduğumu, beş on saniye sürecek bir konuşma yüzünden, neredeyse yarım saattir cehennem azabı çektiğimi kendime kanıtlamış bir şekilde yatağıma yatacağım.
Kapıya doğru yürümeye başladım. Bir iki adım kala ellerim soğumaya, ayaklarım ağırlaşmaya başlayınca tüm bedenim buna uyum sağladı bir anda. Kapı koluna elimi uzatsam, ulaşabilecek uzaklıktayım ama bir çuval gibi kalakaldım. İleri veya geri herhangi bir harekette bulunamıyorum. Kapıya doğru devrildiğimi hissettim. Son bir gayretle göz deliğine bakmaya çalıştım. Bayılmamak veya ölmemek için bir mucize lazımdı bana, ve oldu. Dışarıyı ışık yandığı için görebiliyordum, az çok.
Boştu...
Dışarıyı izleyen tek gözüme inanamadım. Diğeriyle gözetlemeye devam ettim buğulu ortamı. Net göremediğim köşelerden birine çömelmiş veya kapının yakınında bir yerde uyuyakalmış olmadığından emin olana kadar...
Aşırı zorlamaktan gözlerim zonklamaya başlamıştı ki ışık bilmem kaçıncı kez söndü. Kapının kolunu tutarak aşağıya bastırdım, kendime doğru çektim. Zifiri karanlıkta yerini ezbere bildiğim ışığın düğmesini kolayca buldum. Ve yaktım.
Kimse yoktu.
Gitmişti.
Bir robot gibi kapıyı kapattım. Yavaş adımlarla salona gittim. Kendime bol buzlu bir viski hazırladım. Müzik setimin düğmesine dokunmamla, en son dinlediğim CD kendi kendine dönmeye başladı.
Beş on dakika sonra, olanları neredeyse tamamen unutmuş, rahat koltuğumda sigaramın dumanının karanlıkta gözlerimin önünden süzülüşünü izlerken, müziği düşünüyordum.
Bu trompetiyle resimler çizen adam harikalar yarattığının farkında mıydı acaba? Yoksa her bir notasıyla etrafta olan biten tüm pisliklere elinin tersiyle çarpan bir müzik yaptığının fazla üzerinde durmadan yalnız kendi için mi çalıyordu?
Hayır. İkisi de değil. Veya her ikiside...
Bu, hem o pisliklerle zorla ağzına kadar doldurulmuş olduğu için nefret yüklü olduğunu bilen, hem de bunu ona yapanların yüzüne hepsini geri püskürtebilmek için yalnız kendine çalan birinin müziğiydi.
- ‘Beni içinize alıp eritemediniz. Sizin gibi etrafta ne olup bittiğinin farkında olmadan bir bok çuvalına dönüşüp, geberip gitmeyeceğim.’diye haykırıyor bu yaşlı zenci.
- İçime doldurduklarınızdan hepinize birer parça dağıtıp, en azından boş bir çuval olarak gideceğim öbür tarafa.
Teşekkürler dede! Burada kalabilmenin çıkış yolunu ve amacını biraz olsun gösterdiğin için.
Bu arada bunu yapması gereken birinin olması gerekmiyor muydu yukarıda bir yerlerde?
Parça arasıyla biraz kendime geldim. Kafayı üşütmekte olduğumu farketmenin verdiği rahatsızlıkla, hızla yerimden kalkıp pencereye gittim. Sevgili ciğerlerimi taze havayla ödüllendirdim. Onlar da tatlı tatlı şişip sönerek sevindiklerini gösterdiler. Yeniden başlayan müzik beni kendime bir içki daha hazırlayıp, koltukta kaybolmaya davet ediyordu. Davet gayet cazipti ama saat ikiye geliyordu ve benim uyumak, kalkmak; ayırdetmeksizin hepsinden eşit aralıkla nefret ettiğim, işime, iş arkadaşlarıma, masama, çöp sepetime, patronuma, çirkin sesli telefonuma, metal tabakları ve ahır kokusuyla yemekhaneme kavuşmak için sadece dört buçuk saatim kalmıştı. Şimdi yatarsam tüm bunlarla burun buruna gelmiş bir şekilde uyanacaktım. Halbuki şu an benimdi ve bitmesini istemiyordum. Fazla düşünmedim ve bardağımı alıp tahtıma kuruldum.
Gözlerimi araldığımda saatin üçe yaklaştığını gördüm. Bu süre içinde, gözlerimi istediğim anda açabileceğimi bildiğim bir yarı uyku halindeyim. Kontrolsüz hayaller, somut bir karşılığı olmayan ama varmış gibi yapan değişik hisler...
Göğsümün ortalarında bir yerde bunların bıraktığı hafif sıkıntılı bir ağırlıkla, beraberce doğrulduk.
Ayakta bir süre öylece durdum.
Düşüncelerimin elekte yerlerini bulmaları için biraz hareket gerektiği belliydi. Dünden kalan bulaşıkları yıkamaya gittiğimde artık rüyalarımın hep böyle olmaya başladığını düşünmeye başladım.
- Bu da neyin nesi acaba?
Olan biten hiçbirşeyi kendi içinde veya dışında, nasıl ve ne zaman düşünmek isteyeceğin tamamen kontroldışı. Bir istek, bir fikir, acıkma bile veya bir başkaldırı arzusu, hırs,aşk,delilik... Hangisini kontrol edebiliyoruz. Bunlar olup biterken biz neredeyiz. Onların zamanı geliyor ve biz durakta otobüs bekler gibi bize uygun olanı geldiği zaman binip yaşayıp gidiyoruz. Bunu ben yapmıyorsam ben bu işin neresindeyim.
Varlıkları şüpheli aklımı ve ruhumu iade ediyorum. Ve bu yamuk kürenin baş gardiyanına şöyle diyorum: Çöplerini taşıyacak başka bir kamyon bul. Benimki yağ yakıyor. Sen benim aracıma bok atacağına önce neden benzine su kattığını açıklasan
iyi olur!
Bulaşıkları bitirdiğimde saat üç buçuğu biraz geçiyordu.
En ufak bir korku, sarhoşluk, yorgunluk yok. Hiç birşey hissetmiyorum. Bir düğüm, belki kuklayı yöneten iplerden biri, bir şey çözülmüştü. Yine benim dışımda bir şey, ama bu defa her nedense iyi bir şey olmuştu. Kitaplığıma yürüdüm. Okumadığım ve asla okumayacağım kitaplardan yoksun, ufak dostlarıma...
- Sadece başlamış olmak utancı yüzünden devam ettiğim tüm ihanetlerim için özür dilerim, gibi bir şeyler geveleyip sırtlarını okşadım dostlarımın.
Ve sanırım sarhoştum. Sarhoş olduğundan emin olan kişi, sarhoş değildir zaten. Bu konudaki şüphesini bastırmaya çalışan kişidir sarhoş...
Düşünüyor muydum yoksa kendi kendime mi konuşuyordum, emin değilim.
‘The Cult’ çalıyor CD player adlı kardeş.
- Ne çok sevdik bu herifleri lan zamanında, diye salakça söylendim pencereyi açıp buz gibi soğuğa karşı. Burnum donduğu zaman kapamaya karar verdim pencereyi...

Korkunç bir gürültü. Ben kabuslarımla iç içeyken, kapı yıkılıyor. Gözlerim sanki ilk defa açılırcasına, acıyla takılıyor saate: 05:27
Asansörde birisi mi kaldı acaba? Asansör var mıydı lan bu apartmanda?
- Köpoğlu köpek aç şunu!
Zıpkın gibi dikiliyorum kapımın önüne.
Zahmetli kilit bey ve zincir abla, şingirdeyerek açılıyorlar.
Okkalı bir tekmeyle çelik kapı burnuma çarpıyor ve bayılıyorum...

06:46
Burnuma peçete yapışmış.
Kanlı kanlı, sıcak sıcak soluyorum. Kendimde değilim.
- İyi günler.
Karşımda, kaloriferin yanında biri, ifadesiz bana bakıyor. Elinde bir tabak var galiba. Kendimi kaybediyorum tekrar.
07:55
Yatağımdayım. İşime yüzlerce yıl geç kaldım bile.
08:13
08:54
09:23
Gözlerim açılıp kapandıkça, insafsızca ilerliyor saat.
Bana benzer kıyafetlerle bir herifin evde dolaşıp durduğunu kısık gözlerle farkediyorum. Ellerim ve bacaklarım uyuşuk. Müdahale şansım yok. Defalarca, beni yoklamak için olsa gerek, oda kapım usulca açılıp kapanıyor.
Hava iğrenç karanlık. Koyu gri yağmurlu. Saati zor seçiyorum.
14:30!
Üstümde ne zaman giydiğimi hatırlamadığım siyah bir gömlek ve keten pantalonum var. İçeriden gelen televizyonun sesiyle kendime geldim. Yatağımdan doğrulup, çarpılabilecek her yere çarptıktan sonra salona yöneldim.
- Merhaba.
- Merhaba!
- ...
- ...
Bulduğum ilk yere öküz gibi çöktükten sonra televizyona kilitlendim. Her zamanki gibi midemi bulandırmaya başladı bu gerzek alet.
- Katapırmışın sunu? diye mırıldandım, ‘kapatırmısın şunu’ demek isteyerek.
- Hm?
- Kapat şu Allahın cezası boku!.. lütfen, diye bağırdım bu kez.
Sıcaklık, sessizlik, loş ortam...
- Zeytin, çorba filan, bişeyler ister misin?
Güldürdü beni bu salak cümle.
- Ne demek birader zeytin çorba filan?
Ve ilk defa göz göze geldik, ve ben bittim, ve herşey bitti...
- Hassiktir, dedim.
Korkunç bir şekilde bana benziyordu herif. Gözlerim muhtemelen dana gözü gibi açılmıştı. İnanamıyordum. Neye inanayım ki zaten? Hangi birine?
Bir adam...
Haydi diyelim ben sarhoştum, ve diyelim ki hala öyleyim, mümkün mü böyle bir şey? Sen kapıma dikil, bir şekilde ağzımı burnumu kırarak içeri gir, beni giydir, yatır ve uyanmamı bekle. Hem de benim salonumda. İlk defa gördüğüm ikizim gibi üstelik.
- Baştan alalım, dedim.
- ...
- Dinliyor musun?
Kafa salladı.
- Bildiklerini anlat yoksa bir dakika içinde gebereceksin!
- Sen biraz dinlen. Ben daha sonra uğrarım, dedi. Ağır ve usanmış tavırlarla kapıya yöneldi ve çıkıp gitti. Kalkıp ona engel olamayacak veya sorulması gereken yüzlerce soruyu soramayacak kadar içi boşalmış bir haldeydim. Öyle ki, elimi hafifçe salladım bile o giderken uğurlamak maksadıyla.
Bir şey beni rahatsız etti. Neydi bilemiyorum gerçekten. Kendimi yarım yamalak hissettim.
Oradaydım.
Yalnızdım.
Odamda.
Telefon zırıl zırıl çalıyordu.
- Bu benim dedim, aynada kendime bakarken, bu enkaz benim...
Telefonu kaldırdım.
- Evet?
- Barış?
- Evet?
- Ben senim! Bunun farkındasın artık değil mi?
- Çok iyi! dedim, artık çığrından çıkmış bir umursamazlıkla. - Böyle devam et!
Ahizeyi yere fırlattım.
Yarım saat sonra sanırım, kapı çalındı.
- Anahtarın olmalı değil mi, diye bağırdım.
- Yok! Özür dilerim ama bulamıyorum. Açar mısınız?
İyice saçmalaşmaya başlamıştı herşey artık bu kadın sesiyle.
Hiç bir yerimi kaldıramadığım yatağımda, tüm beyin hücrelerimi seferber etmiş, kapıdaki yeni sürprizin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum.
Bugün ne? Hangi gündeyiz? Saat kaç?
Kapı yine çaldı.
- Ne var be!
- Barış bey iyi misiniz? Meşgulseniz yarın geleyim.
Evimin temizliğini yapan kadın bu. Çarşambaları gelir. Masaya bırakırım sabahtan parayı. Demek ki bu gün çarşamba. Güzel! Bu da bir gelişme.
Kapıya doğru ‘ruhsal olarak’ bir kaplumbağa gibi buruşuk ve yavaş, ilerledim.
- Evet.
- Özür dilerim. Anahtarlarımı unutmuşum da.
Ulan hiç bir çarşamba günü evde olmadım şimdiye kadar. Bu manyak kadının anahtarlarını evde unutması niye bu güne denk geldi? Ve nasıl oldu da evde olabilmem gibi bir olasılığı düşünerek kapıyı çaldı? Kendimi boğazıma kadar boka batmış hissediyor, hiçbir şeye hiçbir anlam veremiyordum.
- Pek iyi görünmüyorsunuz. Bir çorba filan yapayım isterseniz.
- İyi! Zeytin de koy yanına!
- Efendim?
- Bak kızım. Al şu parayı ve kaybol bugün ortalıktan sen en iyisi. İyiyim ben, ama yakında düzelirim merak etme!
Zavallı kadının şaşkın bakışları altında kapadım kapıyı.
- Ne dedim ben yahu...,

Kadınla yaptığımız, mana sınırlarını zorlayan diyalog biraz olsun kendime getirdi beni.
Salona geri döndüm.
Açık kalmış telefon, kısık, düzenli ve çirkin bir sesle bağırıyordu. Onu kapatmamla yeniden çalması bir oldu. Kaldırdım.
İşten kovulduğumu bildirdi sekreter kibarca.
Teşekkür ederek kapattım telefonu.
Yavaşça soyundum. Ilık, tatlı, ağır bir banyo yaptım.
Dolabımda, bir türlü nereye giderken giymem gerektiğini çözemediğim için, iki senedir asılı duran nefis bir italyan takım elbise var. Onu giymeye karar verdim. Saçlarımı taradım.
- Kelleşiyoruz galiba hafiften, dedim seslice. En pahalı parfümümü süründüm yüzüme, öyle her kadınla buluşurken sürmediğim. Gidecek bir yeri olmayan birisi için fazla iyisin be koç! diye bir gönderme yaptım kendime aynadan.
Derken kapı çalındı bir kez daha.
Gelen bendim.
- Senin anahtarın yok mu hala, dedim sırıtamayarak.
- Üzerinde unutmuşum, dedi.
- Çok komiksin, dedim.
- Bu senin, dedi.
Elinde kalın bir zarf vardı.
Aldım ve açtım.
Onbeş - yirmi bin dolar kadar para ve bir uçak bileti. İçinden bileti çıkarıp paraları ceplerime yaydım. Portekiz aktarmalı, Cabo Verde adasına uçan, üç saat kadar sonra kalkacak uçaktan tek kişilik yer.
- Sen gidiyorsun. Bense burada yaşıyorum artık. Anahtarları bırak. Pasaportunu almayı unutma.
Hızla odama gidip, bileti ve pasaportumu el çantama tıkıştırdım. O çanta dışında bir şey almayı düşünmeden kapıya doğru yürüdüm.
O ise salonda benim koltuğuma yerleşmiş konyak kadehimle haşır neşir bir halde...
- Ben gidiyorum o zaman!
- Kaybol, dedi.
- İnsanın kendinden başka dostu yoktur derlerdi de inanmazdım, dedim.
- Kaybol dedim sana, dedi.
- Ben de kayboldum...

2 yorum: