PARAMPARAMPAM
-Arka masadaki iki şahane
kızı gördün mü ağbi? dedi Murat.
Bulunduğumuz ülkede bolca
olan, kafe bar karışımı ne idüğüne tam karar verememiş yerlerden birinde bira
içiyoruz.
-Götümde gözüm yok ki, nasıl
göreyim, diyerek arkama bir göz attım…Ve yamuldum…İkisi birden dünya güzellik
yarışmasına girseler ilk ikiyi alırlar.
-Ne lan bunlar böyle? İnsan
değiller herhalde.
-Tanıştırayım mı seni?
Tanıyorum ikisini de.
-Ne diyorsun oğlum sen? Bu
nasıl soru! Sen tanıştırma boş ver, ben o masaya geçiyorum. Sen ister gel, ister
burada armut gibi otur.
-Yalnız arada bir lezbiyenlik
olayı var abi!
-Nasıl yani? İkiside mi? şeklindeki
salak soruma kafa salladı malesefvari yüz ifadesiyle.
-Salaksın sen Murat! Bize bir
faydası olmayacaksa, niye boşuna heveslendiriyorsun adamı?
-Hayır, bilgin olsun diye
şeyaptım.
-Bilgine bir, sana iki Murat!
diye sinirle birama yöneldim.
Tanıştırdığım bütün kızlara
fena halde asılan ve ender olarak başarılı olan, fakat bana ne kadar kayda
değmez insan varsa tanştıran Murat’ı dövmemek için yeni bir bira istedim.
-Abi şu yan masadaki iki
herifi görüyormusun? Partide çok önemli adamlar. İşine yarayabilir. Gidip
konuşalım mı?
-Onlar da ibnedir Allah
bilir!
-Çok sinirlisin abi sen bu
akşam. Kalbimi kırıyorsun bazen.
-Afedersin Muratcığım. Oluyor
bana bazen böyle, diye vites küçülttüm.
Kızlar öpüşmeye başlayınca, ben
de Murat’ı bilardo oynamaya davet etmeye karar verdim. Sürekli spor yapmasına
rağmen öküz gibi yediği için kocaman bir göbeğe sahip arkadaşım benim…
Bilardoda iyi olmasına rağmen
göbeği yüzünden çoğu kez düzgün vuruş yapamaz kendisi. Fakat yendi beni o akşam
nasıl olduysa. Baştan yenilenin ödemesi kararlaştırılmış oyundan sonra, aşkta
kaybeden kumarda kazanır kuralı da bir nebzede çürümüş oldu bu şekilde.
-Ulan aşkta sıfır, kumarda
sıfır. Ne olacak bu Barış memleketinin hali? şeklindeki düşüncelerimle uykuya
daldım eve dönüp bir süre müzik dinledikten sonra...
β
Tarçın kokulu bir puro
bulmuştum bi kere. Nedense çok severim tarçını. Abim bulaştırmıştı beni bu
tahtaya. Sadece muhallebi üzerine serpilmesi ziyan bence. Hem doğal haliyle,
ağaç gövdesinden bıçak veya her neyse onunla kazınması ve rulo haline
gelmesiyle puro şekline bürünmesi, bünyeye yararı ve ağızda güzel bir tat ve
koku bırakması ve puro içiyormuş gibi bir hava yayması etrafa, falan filan
işte. Severim yani kendisini.
-Puron sönmüş farkında
değilsin, diye burnuma çakmak uzatmıştı keriz bir dostum bir keresinde hatta. O
sırada tarçının tahta halini çiğniyordum halbuki.
-Nereden buldun lan bu acayip
kokulu puroyu düdük makarnası, dedi yanımdaki arkadaş.
-Marketten, dedim derin bir
fırt alarak, tarçın kokulu puromsu şeyden.
O gün muhtemelen erkeksi
muayen günlerinden birini geçiren arkadaşım.
-Göt kafalılık yapma!
Eczanede, manavda puro mu satılıyor? Ben sana hangi marketten aldığını
soruyorum.
-Niye? Eczanede prezervatif
satılıyor ama.
-Ne alakası var lan?
Yanında kız arkadaşı var.
Fazla terbiyemi bozamıyorum bu yüzden. Öyle bir modda da değilim zaten. Keyfim
yerinde yani.
-Origazmiden sonra
kullanılmıyor mu bu puro ve benzeri şeyler. Prezervatifle beraber bu da satılsa
çok mu yanlış olur?
-Origazmi de ne ayol! diye
muhabbetin laçkalaşmasına yol veriyor yenge.
-Bırak, bırak. Sarhoş olmuş
bu dangalak, diye yatıştırıyor kızı kanatlı pedli arkadaşım.
Hiçte bile sarhoş değilim
henüz halbuki. Yaptığı sadece kıskançlık.
-Kadın katlama sanatı yenge!
Hani kağıt katlama var ya, onun erotikçesi.
Kanatları bir yerine kaçasıca
pedli dostum nar kırmızısı bir renge bürünüyor. Benimle olan muhabbetini
kestiği gibi, ablayı da ablukaya alarak benden uzaklaştırıyor. Beni dövdü
dövecek gözlerle süzüyor arada.
Susmaya karar veriyorum.
Aman! Cehennemin dibine kadar
sevgililiğiniz var, bana ne?
β
Evlenme fikrini seven evcimen
bir adamım aslında.
Ama olmuyor bir türlü.
Bir kere denedim, o da benim
dışımda sebeplerle bok oldu. Sadece bir kadınla hayat geçirilebileceğine inanan
türe aitim ben. Aldatma yeteneğim yok. İki kadınla aynı zamanlarda çıkmışlığım
yok. Bu yüzden olabilir mi bu yalnızlık?
Yalnız değilim aslında. Bir
çok sevdiğim kız arkadaşım var. Ama ben biriyle artık birlikte olduğumuza karar
verene kadar çok zaman geçiyor. Umarım bu sadece bana özgü olmakla kalmamış ve
tüm erkeklere eşit dağıtılmış bir salaklıktır, diye avuturum kendimi hep.
-Seninle evlenemeyiz Barış.
-Niye?
O kadar uzun süre önüne bakıp
düşündü ki kızıl saçlı çilli arkadaş evlilik konusunu açtığımda, inme mi indi
acaba lan diye düşünmeye başladım. Sonra şaka gibi:
-Biri bişey sorduğunda çok
düşünüyorsun bi kere, dedi.
-...
-Sonra yüzüklerini bile başkalarından
farklı parmaklarına takıyorsun.
Dumur olmuş bir halde
dinliyorum sadece. Ne yapabilirim ki başka.
-Yani ne bileyim işte.
Farklısın yani.
Beni sadece bara davet
ediyorsun. Restorana veya gezmeye hep benim zorlamamla geliyorsun.
-Sevmiyorum ben lokanta
filan. Ayrıca ayı değilim ki ben dağda bayırda gezeyim!
-Gördün mü işte, farklıyız
yani.
-Yahu! Aşçının yaptığı
köfteden önce neresine soktuğunu bilmediğim parmaklarıyla yaptığı yemeğe
güveneceğime ben sana niye evde köftenin alasını yapmayayım?
-Olay o değil Barış ya!
-Olay o değilse ne .mına
koyayım Nevin?
-Olay bu işte. Nezaketini
kaybediyorsun bazen.
-.iktir git o zaman Nevin’ciğim!
Yanlış tabii. Ama kadın,
erkek ayırımı yapmadan beni çileden çıkaran herkese karşı sinirlenme hakkımı
saklı tutmam da yanlış olmamalı o kadar.
Gerçekten çok sevdiğim bir
kızdan ayrılma hikayemi dürüstçe anlattım işte. Daha ne yapayım?
Başkasına müdahale etmeye
meyilli insanlarla birlikte olmak zor.
Herkesi olduğu gibi kabul
ettim şimdiye kadar. Bir yığın hatam var idiyse niye iki sene bana katlandın
diye sormaz mı insan?
Terbiyemi bir daha bozma
pahasına şunu söyleyeyim:
.iktir et ve kes ağlamayı.
Daha yol uzun…
β
Dönüp dolaşıp, bu ve benzeri
konulardan bahsetmekten bana da gına geldi, ama ne yapayım. Bir nevi intikam,
boşalma, delirmeme çabası diye açıklar çoğu yazı yazanlar, yazma sebeplerini.
Okumama özgürlüğünüz var sonuçta. Benim de yazma özgürlüğüm var.
-Bak Barış, diye sigarasından
derin bir nefes aldı kız arkadaşım ve arkamdaki hayali sinema perdesine gözleri
buğulu baktı.
Aldatılma ve terk edilme
konularında ordinaryüs profesör olduğum için konuyu aynı saniyenin bitmesine
izin vermeden hüzünle çaktım.
-Nereye bakayım tam olarak
bitanem, diye şöyle bi göz attım arkama.
-Senin kendin gibi, yani sana
benzeyen biriyle olman lazım.
Bu sefer olayın
kesinleşmesini tam olarak algılayan bendeydi derin sigara nefesi sırası.
-Bana benzeyen ha? Hmm!..Koca
burunlu, gözlüklü, kıllı bacaklı birini mi bulayım yani?
Krem karamel bir tebessüm
yayıldı yüzüne.
-Bak şeker! Sen çok tatlı ve
zeki bir adamsın ama...
Sigarasının yarısına kadar
ulaşan bir nefes çekti. Şarap bardağını da yarıladı bir anda.
-Ne diyorsun bebeğim sen. Ben
dünya kısa mesafe gerizekalılık rekorunu elimde tutuyorum yıllardır. Ne zekası?
Bir acı sırıtış, bir kadeh
tokuşturma, derin bir karşılıklı geri plan film seyredişi...
Benimkini bilmem ama onun
arkasındaki hayali perdedeki film bayağı acıklı.
-Seni çok seviyorum biliyor
musun? dedi.
-Bi dakka önemli bir sahne
bu.
-Ne sahnesi ?
-Arkandaki filmde canım dur bir
dakika.
Dönüp arkasına bakmadı
salakça. Beni iyi tanıyordu yetmeyesice kadar.
-Niye biter böyle bir şey,
dedim son bir çırpınışla.
-Fazla aynıyız Barış. Bir
yerde okumuştum. Bilmem bilir misin? Yıldızlar yalnız yaşarmış. Biz de kimseyle
birlikte olamayız işte.
-Yahu madem aynıyız hani
demin aynı olanı bul filan… hay ben o bütün yıldızlara ve kümelerine ve yedi
ceddine...diye bir nutuk atacaktım ki sözler boğazıma düğümlendi. Tek kelime
etmedim.
Bir kadın bir erkeği artık
istemiyorsa o iş bitmiştir. Erkeğin bu konuda yapabileceği fazlaca bir şey
yoktur.
Ama gariptir, bir erkek bir kadını
artık istemiyorsa o işin bitmesi yine kadına bağlıdır.
Bu basit ve acı kuralı
bildiğim için çenemi kapayıp içkim bitince kalkıp gittim bir daha görüşmemek
üzere…
β
Yolda yürürken iki çocuğun
zavallı bir kedinin kuyruğuna teneke bağlamaya çalıştıklarına şahit oldum bu
gün.
Ben tam müdahale edecekken
bir amca:
-Ne yapıyorsunuz çocuklar,
yazıktır günahtır, diyeceğine dünya ahmaklık rekoru olabilecek şu cümleyi sarf etti.
-Yapmayın çocuklar! Günahtır,
sevaptır!
Yalnız başıma olmama rağmen,
bana deli gözüyle bakılmasına engel olamadan, at gibi öksüre püsküre güldüm.
Günah mı, sevap mı bi karar
ver be birader! Hayret bişey…
Madem böyle başladık böyle
gitsin.
Lisede yüzde yüz bunamasına
ramak kalmış, fakat yüzde seksenlerde direnen bir coğrafya hocamız vardı.
Bir imtihan sorusu:
-Dünyanın en yüksek çukuru ve
en alçak dağı nerelerdedir?
Ne sormak istendiği
anlaşılıyor. Fakat ortada bariz bir bunaklık etkisi var.
-Ne gülüyorsun be hayvan,
diye şarladı, en çok anıran arkadaşa sayın hocamız.
-Hocam şu soruda bir
yanlışlık var galiba.
-Sensin yanlış! Hem dersine
çalışmıyorsun, hem de ukalalık yapıyorsun. Disipline vericem seni.
Disiplin kuruluna vermeyi de
unuttu tabii sayın hocamız daha sonra.
Okul anıları da, askerlik
anıları gibi başladı mı bitmez.
Yalancılığı ve dalgıçlığıyla
ünlü bir ingilizce hocamız vardı.
Verdiği derslerden, bizden
daha çok sıkıldığı için lafı dönüp dolaştırıp dalgıçlığa getirirdi hep.
-Çocuklar bir gün yine derin
sulardayım.
Derin bir oh çektik, dersin o
saatten sonra iflah olmayacağı bilinciyle.
-Bakın! Balık çok büyük.
Yakaladığı ufak bir balığı
duymuş değiliz zaten.
-Ben gidiyorum o gidiyor. Bir
türlü zıpkın mesafesine giremiyorum. Ama ben ne yaptım? Daha hızlı yüzerek
tuttum balığı soktum zıpkına!
Bunlar gerçek maalesef. Bu
kadarını uyduramam takdir edersiniz ki.
Çok disiplinli, herkesin aynı
çizgiyi izleyerek sınıflara girmek zorunda olduğu, manyak bir Fransız lisesini
bitirdim ben. Hem yaşımız itibariyle, hem de sadece erkek okulu olmamız
yüzünden, her kadının kıçına hastayız hepimiz. Özellikle de Türkçe hocamızın.
Şanssızlığı o gün kısa siyah
deri bir etek giymesi ve bizim ahırlarımıza girmemiz esnasında çok yakınlarımızda
gezinmesiydi.
Çok hızlı girdiğimiz için
faili bir türlü bulunamadı. Yerinde olmak istediğimiz, hatta can attığımız bir
arkadaş, geçerken sayın hocamızın arka bölgesine, ırzına geçercesine bir elle
temasta bulundu. Ve yapmacık sinirle karışık şuh bir bağırış:
-Ne oluyoruz ayol? Kocam bile
bana bunu yapmıyor!
Biz de domino taşları gibi
devrildik gülmekten.
Kadıncağızın bu gibi temel
ihtiyaçlarını karşılamayan öküz kocası ve bunun üzerine yazdığımız senaryolar
aylarca sakız olmuştu ağızlarımıza.
Türkçe gibi fasülyeden bir
dersten, sayın hocamızın olağanüstü vücuduna dalıp giderek sıfır çeken çok
arkadaş oldu.
-Belki bilerek ikmale kaldı
bu eşşekler, diye düşünmedik değil biz keriz gibi sınıf geçenler.
-Hacı sen bilirsin. Kışın
böyle giyiniyor idiyse yazın ne giyiyordu? diye sorardık artık Türkçe ikmalsiz
arkadaşlara diğer sene başı.
-Ne giyinmesi oğlum. Her
santimetre karesini ezberledik biz yengenin! diye sinir ederlerdi bizi.
Beş metre mesafeden
alınabilen kesif şarap kokulu, ve adıyla da uyumlu matematikçimiz Mösyö
Boivin’de enteresan adamdı. Çengelli iğneyle zar zor götünde duran pantolonuyla,
beş dakkada dersi anlatıp sonra içinde ne olduğu belli “meyve suyu” şişesine
yumulur, kitap okurdu.
Dersler hep,
-Teoride işte böyle çocuklar,
siz sınavda bunu yorumlayın artık, şeklinde biterdi.
Derslerinden kimse bir bok
anlamadığı için benim hatırladığım alınmış en yüksek not on üzerinden altı
buçuktu. Fakat sene sonunda matematik not ortalamam üç buçuktan, altıya çıktı
beni nedense çok seven bu adam sayesinde. Ki fransız liselerinde kıyak
yapılmaz. Adamı ezdikçe ezerler ki daha iyi olasın. Nasıl bir mantıksa?
Neyse, saygılar Mösyö Boivin.
Hayırlı şaraplar...
β
Başka
bir okul anısı.
İçkili
miçkili baya şık bir barı olan kendine has bir lise bu Saint-Joseph.
O
sıralar artık hepimiz üniversitedeyiz ama arada sırada gidiyoruz artık kız
erkek karışmış olan eski okulumuzun barına arkadaşlarla.
Sebebini
hatırlamadığım bir kutlama gününe denk gelmiştik istemeden. Eski hocalar,
ellerinde şarap bardakları, yalpalayarak dolaşıyorlar ortalarda. Hoş bir ortam
yani.
Üç
buçuktan, matematik ortalamamı altıya yükselten şarapsever Boivin’den tut, her
arkadaşı kıl ederek bana, dört buçuktan dokuz veren Fransız biyoloji hocamıza
kadar herkes orada.
Kanaat
notu, yok iyi davranış, yok zeka, yok bok, yok püsür diyerek dört buçuktan
dokuza çıkmıştı benim için hayati önemdeki son biyoloji sınav notum. Fransızlar
kıyak yapmaz kuralını bir kez daha bozmuştum işte.
Neden
bilmem ama bütün Türk hocalar bana kıl olurdu. Ama Fransız hocaların anlaşılmaz
sempatisi sayesinde bitirebildim o okulu ben. Her zaman olan biten her şeye çok
Fransız kaldığım içindir belki de, he he!
Çok
sevdiğim ve o okuldan arkadaşım olan Oktay bana “Kız kulesi” lakabını uygun
görmüştü bi aralar.
-Ne
demek lan bu? diye sormuştum ilk kez telaffuz ettiğinde.
-Ne
kızı, ne kulesi, sıçtırtma bi tarafına diye de yüklenmiştim hatta.
-Kızma
be oğlum. Kel alaka bi herif olduğunu söylüyoruz sadece. Her şeyin dışında
kendi başına takılıyorsun, dersleri mal gibi dinliyorsun ya bazen, ondan yani,
dedi özrü kabahatinin ırzına geçerek.
-Nasıl
yani?
-Oğlum
alakasız bir herifsin işte, bunu benden mi duyuyosun ilk?
Tabii
ben bu “kız kulesi” tabirini kendime göre, ulaşılmaz, yalnız ve kendine özel
bir başyapıt, gibi tabirlerle yorumladım kendimce, kavga çıkmasın diye.
Korkak
olmakta fayda vardır bazen.
Nedense
yanımızda bitiverdi Barışsever eski biyoloji hocamız birden. Fransızları, benim
o okulu bitirmeme katkıları dışında pek sevmediğim bilinir arkadaşlar arasında.
Genelde okul kavramını sevmemem ve benim şanssız bir şekilde bu Fransız okuluna
nasip olduğum içindir belki de bilmiyorum.
-Hocam,
nasılsınız? diye bir ayıp olmasın bari muhabbetine gireyim dedim her nazik
insan gibi.
-İyiyim
Naim sen?
Bilmeyenler
için söyleyeyim, soyadlarımızla hitap ederlerdi hep bize.
-Sizin
için ibne diyorlar, doğru mu bu? diye bir soru yönelttim nedense.
Oktay
taş kesildi bir anda.
-Ah
Naim ah! Hep bu patavatsızlık. Kendine iyi bak dostum, diye bir de başımı
okşayarak uzaklaştı gülümseyerek.
Üzüldüm
ben de bir nebze.
-Sen
salaksın oğlum. Adam neler yaptı senin için, şu yaptığına bak, dedi Oktay.
Ortamı da terk etti bir süre sonra bana haber vermeden.
Daha
fazlasını da hak etmiştim aslında...
β
Aslında,
dün gece, çok affedersiniz ama birden alevlenen bir aşkla kendimizi benim yatak
odamda bulduğumuz bir bayan hakkında yazacaktım. Yine çok pardon ama yenge
biraz fahişe karakterli olduğundan, onun talebi doğrultusunda bir daha
görüşmeyeceğiz.
-Ben
uzun süreli ilişkilere dayanamıyorum hayatım, diye özetlemişti hayatını.
Ama
yine de,
-Aman,
deldirmedik yerim kalmasın, mantığıyla olsa gerek, her yanını piercinglerle
donattığını sonradan anladığım yenge benim için fazlasıyla kayda değer, hatta
delip geçer bir bayan idi.
Kalıcı
dövme, piercing gibi şeyleri pek sevmiyorum. Ama başkasının üzerinde olunca
fena da olmuyormuş hani!
Neyse
konuya geleyim artık, şu unutulasıca kadını asla unutamayacak olarak.
Dövmenin
kalıcı olanını sevmiyorum tamam ama bir ara çini mürekkebiyle orama burama bi şeyler
çizerdim. Geçiyor yani bir süre sonra.
Düşünsenize
sersem bir dövmecinin görünen bir yerinize yanlışlıkla şaşı bir ejderha
yaptığını mesela. Bitti işte karizma hayat sonuna kadar!
Mürekkep
imal eden bir firmada çalıştığım için, hangi solvent neyi çıkarır biliyorum. Bu
yüzden koluma ejderhadan ziyade, katalitik sobaya benzer bir şey çizince bir
solüsyon hazırladım, çini mürekkebinin nazını beklemeyeyim diye.
Sürer
sürmez acıdan anırdım. Derim soyulduğu gibi, bölge mosmor oldu bir anda.
Gözeneklerden kan geldi filan. O derece yani.
Neyse
iyileşti yara bir kaç gün sonra.
-Lan
bana bunu yapıyorsa, evde zaman zaman cirit yarışmaları yapan hamamböceklerine
de bir şeyler yapar herhalde, diye düşündüm. Sıktım bir akşam büyükçe bir
arkadaşın üzerine.
Sonuç
ilginç; Hayvan ortadan ikiye bölündü!
-Oğlum
milyarder oldum ben. YTL bazında hem de! diye aradım Oktay’ı. Kendisi genetik
mühendisidir zira.
Nasıl
bir buluşa istemeden imza attığımı özetledim bir çırpıda.
-Olmaz
öyle şey! Dedi.
-Nasıl
olmaz! Kerizleşme, paramparça oluyor oğlum hayvanlar.
-Ver
bakiim şunun formülünü, ben laboratuvarda test eder sana sonucu söylerim.
Verdim
ben de ‘bu şebek gidip bizim formülle işi gücü bırakıp Haiti’ye yerleşmesin
de!’ diye biraz kıllanarak da olsa.
Bir
kaç gün sonra aradı:
-Patent
yerine babayı alırsın sen!
-Niye?
Ne oldu?
-Nasıl
yaptın oğlum bu formülü o bilimsellikten uzak beyinciğinle?
-Solvent
diyagramlarıyla eşşek herif. Sen kediden insan yapamayan başarısız bir
genetikçisin diye benim de öyle olmam gerekmez. Sadede gel. Sonuç ne?
-Öldürücü.
Ama biraz fazla kaçmış. Bu formül bu haliyle kitle imha silahları sınıfına
girer. Sen bunu el altından Amerika’ya satarsın ancak. Sakın soluma, orana
burana sürme, etrafa sıkma, ihbar ederim seni!
Öldürücülüğün
belli bir limiti ve uluslararası bir sınırı, kısıtlaması varmış meğer.
Bunu
bir ara Bush’a da söyleyeyim bari görünce.
β
“11/10/05
Attila İlhan ölmüş dün. Bugün haberlerden öğrendim.
Yazıları, şiirleri pek bana hitap etmezdi. Ama ağladım haberi duyunca. Ölüm
fikrini yerleştiremedim bir türlü kafama. Attila İlhan diye önemli bir yazar
vardı, ama şimdi yok. Nasıl yani?
Kasvetli bir şey yazma niyetim yok ama...işte işin
aması var.
Böcekler gibi hayatın ağırlığı altında ezilerek
gebereceğimizi bile bile nasıl da asılıyoruz yaşama. Kilometre taşlarından
biriydi o, her ne kadar klişe bir laf olsa da. Ve benim, sersemliğim yüzünden
anlamaya fazla çaba sarf etmediğim biri daha gitti işte bilemediğimiz bir
yerlere.
İştahım kesildi. Bir şey yiyemedim bütün gün.
-Gerektiği zaman gitmeliyiz. Boşuna ortalığı
kirletmeyelim, diyor sevdiğim bir yazar.
-Çok fazla insan var. Biraz temizlik lazım, diyor
ilkokulu bile bitiremeyen bir tanıdık, geçenlerdeki on binlerce insanın öldüğü
büyük Pakistan depreminden sonra.
Eğer genel doğru buysa topluca intihar edelim de
kurtulsun o zaman buraları bizden.
Güzel fikir bence.
Faydası olur zararı olmaz.
Söylenecek ve küfredilecek çok şey var evet…
…peki gerek var mı?”
β
-Yahu, ne salak insanlar var şu dünyada abi yaa! diye
serzenişte bulundu berberim genç çocuk Hakan. Eğer İstanbul’da isem ona giderim
kırkılmaya.
-Niye, ne oldu Hakan’cığım?
-Ne oldusu var mı ağbicim ya! Bu nasıl tıraş? Eşşeğe
benzetmiş adam seni affedersin. Nasıl düzelticem şimdi ben bunu? Bu nasıl
kazmalık yaa! Niye gidiyosun abi başkalarına, diye yağmur gibi yağdı.
-Ben bir yere gitmedim Hakan. O sırada evdeydim.
Kendim yaptım yani!
Kızardı bozardı biraz.
-Pardon abi o zaman. Dur ben sana bi çay getireyim,
diye telafi çabasına girdi çocukcağız.
-Bişey getirme, sen beni yeniden insana benzet yeter.
Çok saygılı, efendi bir kişi olduğu için sustu ve
bozarmış yüzüyle işine girişti.
-Olmamış di mi Hakan?
-Hiç olmamış abi.
Berber değiştirirsen, yeni olanın bir öncekine bok
attığını bildiğim için üstüne gitmedim çocuğun. Ki ben berber bile değilim.
Vakitsizlik, üşengeçlik filan derken bu sefer de ben yapayım, ne var yani alt
tarafı uzayan yerleri keseceksin işte, diyerek yapmıştım bu işi. Fakat eşşek
olmuşum haberim yok!
Bir başka faciayı da ben yabancı bir ülkedeyken
yaşamıştım. Buranın en iyisi budur, diye beni gazlayarak bir kadın kuaförüne
götürmüştü tanıdıklar. Kız güzel. Ben de kıllarımı bu emin ve yumuşak ellere
teslim ettim. Masaj gibi yaptı işini. Öyle ki uyudum uyuyacağım koltukta. İşini
bitirip ayna getirince fark ettim ki, sol tarafta sağa göre belirgin bir
fazlalık var.
-Şu tarafı biraz daha alalım mümkünse, kabarık kalmış,
diye müdahale ettim.
Cevaba bakın.
-Hayır mümkün değil. Sizin kafanız yamuk!
Beni oraya sevk eden ve öldürmek üzere olduğum
tanıdıklarım gülmekten yere kapaklandılar.
Kaldı ki kafamın çok güzel olması nedeniyle övgüler
almışım hep o güne kadar. Gereksiz bir düzlük veya anormal bir çıkıntı filan
yoktur yani.
-Neye göre kıyaslıyorsunuz? Bir karpuza göre daha fazla
girinti çıkıntı var doğru ama şimdiye kadar tıraş namına sadece kendi
organınızı tıraş ettiyseniz, arada bir fark olması da normal tabii.
Kız bir hışımla bıraktı işini ki o da normal tabii…
β
Aslında konu olarak biraz kaba ama sonuçta doğal bir
şey. Saint-Joseph’in ilk yıllarında sınıfımızda ilginç bir çocuk vardı.
İlginçliği her ders en az bir kez sesli bir şekilde “doğal gaz” üretmesinden
kaynaklanıyor. İlk başlarda her seferinde gülerdik. Sonraları kanıksadık. Yine
ilk başlarda o da her üretimi sonrasında sırasını iter veya çeker, daha önceki
ses de bu şekilde çıkmış izlenimi vermek isterdi. Sonraları vazgeçti. Baktı
kimse yemiyor ve gülmüyor da,
-Niye boşuna sırama eziyet ediyorum, delikanlı gibi
osurayım, düşüncesiyle saldı kendini. Aynı şeye yüzlerce kere gülene salak
derler zaten.
Evlerinde o güne kadar baklagil dışında bir şey
yenmemiş mi, yoksa bağırsakları asal görevlerinden ziyade hobilerine mi
yönelmiş bilemem. O işin bilimsel tarafı.
Fakat bu kendini salma işini biraz abartmıştı arkadaş,
ileriki yıllarda bir gün. Ders matematik. Hocamız nedense Türk o sene. Genelde fizik,
matematik gibi derslere Fransızlar gelirdi çünkü. Felaket geliyorum dedi
aslında. Ve dakika bir gol bir.
Hoca giriyor:
-Merhaba sınıf!
-Zaart!
Bizim de, merhaba hocam gürültümüzle kaynadı gitti
neyse ki göt gürültüsü.
Bir süre sakince sürdü ders. Sonra artçı şoklar başladı.
-Bu eşkenar üçgenden,...
-Zoort!
-Kesişen şurada gördüğünüz,...
-Caart!
-Ve buna eğer paralel olarak,...
-Daart!
-Şu açıya karşılık olarak ineceğimiz,...
-Borf!
Ve işte kızılca kıyamet!
Yanında oturan talihsiz arkadaş:
-Bi tut şu götünü be! Hocayı duyamıyoruz, hayret
bişey!
Madem konu böyle gelişti;
Askerde, gece 3-5 nöbetindeyim. En boktan nöbet.
Uyandırılmak ayrı, ondan sonra uyusan ne olacak ayrı bir dert bir zaman dilimi
yani. Koğuşu neredeyse gözlerim kapalı geziyorum. Uyuyarak denetlesem bile
belli aslında. İkinci ranzadan kesif bir ayak kokusu, beşinciden ekşi bir ter,
ve son ranzadan yükselen bir gaz bulutu. Duvara çarpmadan gözüm kapalı gidip
dönebilirim yani. Nöbetin bitimine doğru son ranzadan tiz bir ses:
-Tiiit!
Kendi osuruk sesine uyanan arkadaş telaşla ayaklandı.
Baktım sesi, uyku sersemi, kalk borusu zannetmiş
giyinmeye yelteniyor.
Bir süre bana ve etrafına boş boş baktı. Kendine gelir
gibi oldu, sırıttı ve omzuma hafifçe vurup sıcak yatağına yeni gaz bulutları
üretmek üzere geri döndü.
β
Sebebini bilmiyorum ama hep iş adamı kimliğime uzak
tipler oldu, en iyi anlaştığım insanlar hayatta. Nerede haydut, üçkağıtçı,
orospu, ayyaş, badigard, pezevenk, ibne, hırsız, yalancı, filan varsa
buluyorlar beni bir şekilde. Onları yadsımıyorum. Hayatın sillesini yemişlerle
paylaşacak çok daha fazla şey var bence. Durum böyle olunca da her yeni
tanıştığım insana, bunda kesin bir ibnelik veya fahişelik vardır paranoyasıyla
yaklaşıyorum ister istemez. İyi aile çocuklarıyla konuşmak fazla sıkıcı. Çoğunu
küstürdüğüm gibi, iyi bir arkadaşımı da kaybettiğim bir geceyi hatırlıyorum.
Ben, ağır meşrep bir abla, ve arkadaşım oturuyoruz bir
kafede. Ben ablanın ne işle iştigal ettiğini biliyorum. Ama beni hiç
ilgilendirmiyor. Kimin, kime ne kadar, ne verdiğiyle ilgilenmedim bu güne
kadar. Bana ne.
Kızla çok iyi anlaşıyoruz. Gülüyoruz, eğleniyoruz, ama
aramızda organsal bir yakınlaşma yok. Gerek de yok zaten. Ki ikimizde aynı
kanıdayız.
-Hoca! Bu kız orospunun teki. Bundan arkadaş olur mu?
diye fetva veriyor erkek arkadaş.
-Eh! Senden ne kadar olursa o kadar işte! diyerek kıza
yönelik muhabbetime geri dönüyorum. Masanın hesabını bana geçirerek gidiyor
geleceğin sevgili iyi aile babası.
-Senin için bir şarkı yazdım, gelip dinler misin?
dedim bir akşam kıza.
-Beş dakikada yanındayım, dedi.
Gereksizce duygusal bir parçaydı. Gitarımla çalıp
bitirdiğimde gözlerine baktım. Dalıp gitmişti bir yerlere.
-Güzel, dedi. Bu gerçekten benim için mi şimdi?
-Evet.
-Sen çok iyi birisin, dedi gözleri dolarak.
-Ne iyisi be. Ben profesyonel katilim.
Sırılsıklam bir kahkaha attı. Dudaklarımı ısırır gibi
öptü ve gitti…
β
Sürekli ipe sapa gelmez diyaloglar ürettiğimiz bir
arkadaşım var. Bu sinir harbinden amaç, önce hangimiz gülüp iddiayı
kaybedeceğimiz.
O dönem, saçı sakalı saldığım bir dönem. Ve o ülkenin
papazları gibi siyah giyerim genelde. Arkadaş Türk. Girdim ofisine.
-N’aber hacı?
-Ooo! İyi be abi ne olsun, çalışıyoruz işte. Eee,
anlat nasıl gidiyor özel hayat? klasik girişiyle başladı geyiğimiz. Özel
hayattan kastı kadın kız durumları tabii.
Tam konuya girecekken gözüm yerdeki metrelerce kabloya
takıldı. Ziyaretimin sebebi yeni ofislerindeki ilk günleri oluşu.
-Hasan, ne yapacaksın oğlum bu kadar kabloyu?
-İntihar edicem abi, o yüzden, dedi sırıtarak.
-Oğlum iki metre filan yeterdi. Niye ki bu ziyan?
-İşi garantiye alayım dedim abi!
Kısa bir sessizlik molası sinir laçkalaşmasına karşı.
-Ben papaz olayım diyorum, ne dersin? dedim görünümüme
güvenerek.
-Ol abi yakışır!
-Ama din değiştirme olayına giremem ben. Olur mu o
şekilde, bilirsin sen.
-Tarihe geçersin abi, ne diyorsun sen? İlk müslüman
papaz ha! Harika! Nefis düşünmüşsün.
-Evlenebiliyor dimi onlar?
-Ne evlenmesi be abi, seks bile yapıyorlar!
-Hadi yaa! Niye daha önce söylemedin bre eşek! diye
geyiğin ateşine körükle gittim.
-Hem şarap olayı da gırla gidiyor, benden söylemesi.
-Süpermiş be! Hem dindar filan harika kızlar da
geliyordur muhakkak kiliseye ha!
-En cilloplar orada bulunur abi bilmiyor musun? Ben
her pazar kilisenin kapısında bekliyorum mesela.
-Eee, sonuç? derken hissettim ilk gülerek kaybedenin
ben olacağımı.
-Sıfır abi! Vermiyorlar!
Kimseyi darıltmasını istemediğim, tamamen saçmalık
olan muhabbetlerimizden birini siz de bilin istedim sadece.
β
-İyi akşamlar!
Yanımda oturan gayet güzel bir kız var barda.
Bir saat kadar put gibi durup, söylemiştim sonunda.
İki sene kadar kesintisiz kalacağımı tahmin etmediğim ve yakın gelecekte ruhsal
bekaretimi kaybedeceğim bu ülkedeki ilk atağımdı bu.
-İyi akşamlar? diye İngilizceleştik. Son derece hafif
bir tebessümle kadehini bana uzattı. Sıcak bir şekilde ne diyeceğimi bekleyen kıza,
ne diyeceğimi bilemeden kadehimi uzattım ben de. İki dil öğreten bir koleji
bitirip de, ikisini birden tecrübesizlik yüzünden konuşamayan bir eşşek olarak,
-Şerefe! diyebildim ancak.
Aradan baya bi süre geçti. İngilizcemin sınırlarını,
beynimin kıvrımlarına, beyinciğime, bilinçaltıma filan sorarak zorladım. Sekiz
seneyi sadece ‘şerefe’ diyebilmek için mi harcadın a hayvan!, diye kendime
küfrederek.
Sonunda buldum ama söyleyecek bir şey:
-Nefis bir kokteyl biliyorum. Benim icadım! Tatmak
ister misin?
Aa! Konuşuyorum. Hem de İngilizce.
-Gerçekten mi? Tabii ki, dedi tatlı gülüşüyle.
Ufak kadehlerle içilen, yarı tekila, yarı kahlua’dan
oluşan iğrenç bir şeydi aslında icadım. Ama üzerlerine tarçın serpilmiş
portakal dilimleriyle içildiğinde baya güzel bir şey oluyordu.
-Mmm! Ne kadar güzel şey bu böyle, anlamında
mırıldandı ecnebice.
Bir kaç kez daha çıktık dışarı sonraki akşamlar,
sonradan Letonya’lı olduğunu öğrendiğim kızla. Mavi göz, sarı saç, korkunç bir
zeka, müzik ve edebiyat kültürü filan birleşince, ben aşık oldum tabii ki.
Kimseyi kıskandırmak gibi bir niyetim yok ama, kız da bana padişahmışım gibi
davranınca deliriyordum o dönemler aşkımdan. Her sabah kahvaltılar, bana tanıttığı
yazarlar, hiç duymadığım müzisyenler derken ayaklarım yere basmaz olmuştu.
Gezmeyi tozmayı, orayı burayı incelemeyi sevmeyen beni, öyle bir sosyal hale
getirmişti ki korkmaya başladım bir süre sonra.
-Ne oluyoruz yahu! Letonya kültür bakanı filan olmaya
niyetim yok ki benim! diye çıkışmıştım bir gün. Haksız mıyım? Ne o öyle her
gün, yok müze, yok tiyatro, yok gala, yok bilmem nerenin açılışı.
Çok uzun sürdü birlikteliğimiz. Birbirimizi seviyorduk
çünkü.
-Sanat ve hatta aşk bile satın alınabilir şeyler ama
bizim yaşadıklarımıza sonsuza kadar paha biçilemeyecek, dedi kendi ülkesine bir
daha geri gelmemek üzere dönerken...
Ezel’den beri tanıyorum onu.
Hüzünlü olduğu kadar yırtıcı bakan,
Hayatı bilen gözler...
Tokat gibi ruhuna çarpan,
Dalga dalga gelerek kaya kalbini kuma dönüştüren
yıllar süren kısa tebessümler.
Aynı yerden geldiğimiz belli.
Bu gözlerimizde yazılı.
Bir sonraki durağa geldiğimizde seni bu yazıdan
tanırım.
Görüşürüz Magie...
β
Kafama bir kuşun sıçmasından hiç bir zaman, bir şans göstergesi
anlamı çıkarmamışımdır. Ve hatta mide bulantımı zar zor bastırıp, o kuşu elime
geçirirsem, cinsel ilişkinin mümkün olup olmadığı konusunu küfürler eşliğinde
irdelemişimdir.
Hoş bir konu değil tabii ki de ama sevmem yani kafama
sıçılmasını. Büyük bir ihtimalle epeydir hazım sorunu çeken ve zaten büyük bir
kuş olan martının tam benim başımın üzerinden geçerken boşaltım sisteminin
çalışmaya başlamasını kısmetli olmaya yormak için moron olunması gerektiğini
düşünüyorum. Yalnız başıma plajda sabahın köründe yürüyorum.
Baştan aşağı boka bulanmış bir turistin, yeni
insanlarla tanışma olasılığı zayıftır. Bandanamdan gözlüklerime, oradan da tüm
elbiselerime bulaşmış olan sıvı atıkları atmak için hiç düşünmeden ve
soyunmadan ayaz sulara attım kendimi. Sabahın o saatlerinde, hele bir tatil
yerinde plajda kimse olmaz normalde. Ama benim gibi, aman bir martı gelse de
kafama yapsa mantığıyla gezinen birileri varsa eğer, kuşlar hiç kaçırmaz böyle
bir firsatı.
Sırılsıklam ve donmak üzere olan ben soyunmaya başladım.
Güneş hafiften ısıtmaya başlamış ve ben bir an önce artık temizlenmiş
giysilerimi bir an önce kurutmalıydım.
Fakat o da ne? Kıyıda tembel tembel yürüyor martı
kardeş. Aynısı mıydı bilmem ama, en
yakınımdaki taşı bulup fırlattım kafasına doğru. Iskaladım tabii ve taş gidip
ailesiyle oturan küçük bir kızın kafasından az farkla auta çıktı!
Sonrasında babasından ve annesinden bin bir özür ve
onları deli olmadığıma ikna çabaları filan...
Kuş kardeş gelip de ailenin annesinin de tepesine
yapmaz mı o anda? Harika! Kurtuldum bir anda ben de ailenin hışmından.
Aferin sana ishal martı!
β
Eski grup arkadaşlarımla yürüyoruz istiklal
caddesinde. Gitaristimiz Avusturya liseli, ben Saint-Joseph, öbürleri Alman
liseli. Evli olan tek kişi solistimiz. Onun eşinin de annesi Avusturya’lı. O da
var yanımızda. Bir de abim. O ve ben dışında herkes gayet alman yani. Bu yüzden
her zaman ki gibi fransızım olaylara. Altı kişi insanlara çarpa çurpa
yürüyoruz. Kalabalıktan zaten hiç hoşlanmam, bir de nereye gittiği belli olmayan
bir toplulukla yürüyorsan iyice cehennem azabı haline geliyor durum.
-Nereye otursak acaba yaa!
-Önce bişeyler yeseydik, gibi tatsız muhabbetlerle
ilerliyor sürümüz.
Ben gittikçe daha da sinirleniyorum. Bir an önce
kıçımızı rahat bir yere yerleştirip, bir şeyler içme niyetindeyim. Sanatsal bir
faaliyetten zaten yeni çıkmışız, bir de bu gibi gereksiz duraksamalar sabrımı
zorluyor.
İlk gittiğimiz yer kapalı mekanda büyük bir kutu
altından atlayıp zıplayarak çıkan bir dizi insanın sanatsal mesajlar verdiği
boğucu bir gösteri yeri idi. Ben ve abim dışında herkesin beğendiği, ellerde
kokteyllerle dolaşılan, salak saçma bir eziyet...
Herkesin birbirini:
-Ay! Ne kadar farklı, elit ve de zekiyiz aynı zamanda,
şeklinde süzüp durduğu kusturucu bir zaman parçasını zar zor atlatmışım zaten,
bir de bu etkinliğin irdelenme yerinin bir türlü seçilememesi zor dayanılacak
bir şey.
-Oturalım işte herhangi bir yere Serkan! İkna et şunları
bir an önce, yoksa kavga çıkarıcam, diye kükredim eski davulcumuza.
Lafa karıştı o sırada solistimizin eşi.
-Eski alman folk parçalarının çalındığı bir yer var.
Oraya gidelim hadi!
-Yok ananın örekesi! Bu kadar eziyet yetmedi bir de
Hitler’in en sevdiği şarkıları mı dinleyeceğiz! Ben gelmiyorum, siz gidin!
-Saçmalama Barış. Hoş bir mekan orası. Gelsen çok
seversin.
-Siz gidin kardeşim. Ben nahoş rock barları veya evimi
tercih ederim, diyerek olmayan yön duygumla her nasılsa Kadıköy dolmuşunu bulup
evime dönmüştüm.
Sabah uyandığımda, acaba ayıp mı oldu arkadaşlara diye
şöyle bir düşündüm. Hayır, hiç de ayıp olmamıştı bence.
Almanların, klasik müzik hariç tutulursa, müzik
olayına şaşılacak derecede ‘fransız’ kalmaları benim suçum değildi herhalde...
β
Sürekli kendi kendiyle yüksek sesle diyalog halinde
bulunan bir arkadaşım vardı bir ara.
Müdahale ettim bir gün:
-Nedir lan bu muhabbet kendi aranda? Epeydir
görüşmüyorsunuz herhalde!
-Yok be abi. Bir sorun var da onu tartışıyoruz! dedi
gayet bir ciddiyetle.
-Sen, dedi. Konuşmuyor musun kendinle hiç?
-Konuşuyoruz birader de şu aralar aramız biraz bozuk,
dedim.
Gülmesini beklerken, vakur bir tavırla;
-Olur o bazen abi, fazla üzme kendini!
Bu da bu kadar işte...
β
Can sıkıntısından toplu halde ortadan ikiye yarılmak
üzere olduğumuz bir arkadaş topluluğu halinde bulunduğumuz bir ortam.
Aslında benim ve birçok kişinin başına sıkça gelen bir
durum. Hayvanlar da sıkılıyor mu? Sıkılmıyorsa neden? Bu sadece insanlara özel
bir salaklık mı, gibi sorular geçiyor kafamdan.
-Hay ben bu hayatın, önünü arkasını, damını astarını,
gelmiş ve geçmişini, diye baya bir uzayıp giden tuluatvari sövgümü, -demiş
Atatürk, diye bitirdim sırf komiklik olsun diye.
-Uydurma götünden! Atamız söylemez öyle şeyler, diye
şarladı bana masadaki varlığını bile unuttuğum arkadaşın biri.
-Olsa olsa İnönü söylemiştir onu! O da ancak rakı
masasındayken!
Öööfffffffffffffff…
β
O
iki kelimenin tam anlamıyla, ‘kafa düzücü’ yerler bu iki yıldızlı oteller.
Bütün dünyayı gezmiş dolaşmış filan değilim ama gittiğim her yerde bu böyle.
Çirkin müzik, bağıran çocuklar, ve lobiden yükselen aşırı açık televizyon sesi
birbirine karışınca delirmek kaçınılmaz oluyor. Televizyonu seyretmek isteyen
ve kulakları işlevini yıllar önce yitirmiş bir iki amca teyze filan bulunur
muhakkak oralarda. O yüzden o konuyu geçelim. Çocukları susturma konusuna hiç
girmeyelim.
-Müzik
çok çirkin birader! Yok mu daha katlanılabilir bişeyler? gibi müdahaleler, sadece
müziğin sesinin kısa süreliğine biraz kısılmasıyla sonuçlandığı için, onun da
bir anlamı olmuyor.
Sessizliğe
bu kadar düşman bir ırka mensup olduğum için utançla kıvranıyorum yatağımda.
-Nedir
lan bu insanlardan çektiğim, diye bağırarak uyanıyorum, kabus dolu iki yıldızlı
uykumdan.
β
Sabah
sekizden akşam beşe kadar vaktimiz var. Benim gibi kısa dönem yani sekiz ay er
olarak sürecek olan askerliğimizi Çanakkale subay orduevinde yapıyoruz
arkadaşımla. O gün izin günümüz. İki haftada bir gün zavallı iznimiz. Arkadaşım
Edirne’li olduğundan içki olayına benden daha fazla yokuş aşağı meyilli.
-Ömer,
hazır mısın hacı? diye sordum saat 7:50 civarı A.M. olarak.
-Ne
diyosun bilader, ölüyorum susuzluktan!
Susuzluktan
kastettiği şey, kahvaltı öncesi içilecek olan iki bira ve bunun sonrasında
kahvaltının unutulması ve öğle yemeğinin içkili bir yerde yapılmasıyla son
buluyor genelde. Güzelim Çanakkale’de öyle yerler çok neyse ki. Yemek gelene
kadar aç karnına altı yedi birayı
hazmetmiş zavallı bünyelerimiz, saçmalamaya başlıyor tabii ki.
-Dövecem
ben bu herifi!
-Kimi
Ömer’ciğim, yardım edelim!
-Yüzbaşıyı!
Adam
aynı zamanda orduevi müdürü.
-Niye?
-Çıkarken
çok pis baktı bana. Edirneliyim oğlum ben. Bize bakılmaz öyle!
-Ya
herifte Edirneliyse?
-Olmaz
öyle götoş Edirne’li!
Durumu
kontrol altına alması gereken ve daha az sarhoş olduğuma karar veren ben,
-Bak,
yarım saatimiz var. Birer tane daha yuvarlayıp gidip yatalım paşa paşa ha?
dedim.
-Tamam.
Abimsin dediğin olsun, dedi kusma belirtisi bir geğirmeyle karışık.
-Ama
dövecem ben bu herifi gene de! diye de ekledi.
Orduevine
doğru sekizler çizerek ilerliyoruz. Sivil askeri abaza ben, otobüs durağında
beklemekte olan üç güzel abla görüyorum. Sarhoş olmadığımın verdiği bilinçle
sağa sola bakmadan dümdüz geçiyorum karşı kaldırıma korna sesleri eşliğinde,
Ömer’i de kolundan tutarak.
Kızların
yanında uzunca bir süre eşek gibi dikilerek ne diyeceğimi düşünüyorum. Kızlar
bizdeki alkol oranının yüksekliğini fark ederek kikirdiyorlar.
-Ne
söyleyeceksen söyle artık .mına koyiim. On dakka daha böyle duramam. Daha
yüzbaşı dövücez, hayret bişey ya, diyerek sigara yakıyor Ömer.
Ben
de bombayı patlatıyorum kızlara dönerek:
-Siz
üçünüz de benim hayatımda gördüğüm en güzel üç kızdan birisiniz!
Kızların
ikisi yere çömelmiş, Ömer otobüs durağı direğine sarılmış, hepsi birden anıra
anıra gülmekteler. Daha az sarhoş olduğunun son derece bilincinde olan ben,
sözlerimin arkasındayım.
-Bu
nasıl cümle, bu nasıl bir asılmadır. Puh Allah cezanı versin, diye hıçkırık
nöbetlerine giriyor Ömer.
-Sen
sarhoşsun Ömer! Aşkı itiraf etmenin kötü bir yanı yoktur. Salaklaşma lütfen,
diye öğüt veriyorum ona bir ağbi olarak. Aramızda iki ay fark var ne de olsa.
Neyse,
ablalarımız otobüs gelince binip gidiyorlar, biz de zaten yaklaşmış olduğumuz
birliğimize gidip teslim oluyoruz zil zurna. Fakat kapıda yüzbaşı. Ömer’den çıt
çıkmıyor. Mümkün olduğu kadar normal gözükmeye çalışıyoruz. Pek başarılı
olamamışız ki, yüzbaşımız;
-Siz
ikiniz sabah yedide odamda olun, diye bağırıyor arkamızdan.
-Karını
da getir de dörtlü yapalım, diye şarlıyor arkadaşım.
Allah’tan
duymuyor, veya duymazlıktan geliyor sayın yüzbaşımız. Ertesi sabah ağır bir
zılgıt bombardımanıyla geçiştiriliyor neyse ki vukuatımız.
β
Mavi gözlü, sarışın kıvırcık saçlı, bira göbeği göz ardı
edilirse yakışıklı sayılabilecek biri bu asker arkadaşım Ömer. Fakat akla usa
sığmayacak bir patavatsızlığa sahip olduğu için hiç bir zaman uzun süreli bir
ilişkisi olamamış herhangi bir kızla. Askerliğimiz bitince ben İstanbul’a
geldiğimde buluşalım dedik. Ben de o güne kız arkadaşımla gideyim dedim. Kız
arkadaşım bir metre altmış santim civarlarında bir boya sahip. Kızıl saçlı, ela
gözlü, Türk tipi vücutlu bir kimse. Tam bana göre yani. Ben bir yetmiş beş,
Ömer bir seksen gibi. Kızın ailesi skandallarıyla ünlenmiş ağbiler barındırdığı
için isim vermeyeyim. Tüm aile editörlük, yazarlık gibi işlerle uğraşıyorlar.
Bu kadarını söyleyebilirim. Buluştuğumuz yer, ayakta durulan, elde içki
formatında bir yer.
Ve ilk dakika golü geliyor Ömer’den.
-Merhaba ben Ömer! Ve elini kıza uzatıyor. Bırak kız
arkadaşımı, bütün milletin duyacağı şekilde:
-Kız arkadaşının cüce olduğunu niye söylemedin lan
daha önce, diye eşşekler gibi gülüyor.
Birbirimize kızamadığımız türden bir arkadaşlığımız
var Ömer’le. Yumruk yumruğa kavgalarımız olmuştur ama geçmiştir bir on dakika
sonra!
O yüzden kızı ikna edebilecek, onun deli olmadığı,
veya zır deli olduğu ama zararsız olduğu konusunda kafamdan geçen cümleleri
toparlamama kalmadan, Ömer’in başından aşağı boca etti birayı yengeniz.
Ağzındaki sigara cozz ederek sönen, donuna kadar
ıslanmış Ömer kendinden beklenmedik bir saygıyla:
-Özür dilerim Sibel hanım, (bu arada isim verdim)!
Zıplamadan bunu yapabildiğinize göre sandığım kadar cüce değilmişsiniz! Zira bizim
evdeki sandık da bir metreküp ama içine sizin aldığınız kadar çok şey alabilir
mi bilmem!
Böyle bir adamın kadınlarla ilişkilerinin uzun
sürmemesine şaşırmamalı yani...
β
Neden birbirimize kızamadığımız sorusunu
açıklayabilecek bir tek olay vardı aslında. Her ota boka sinirlenen yapıdaki
iki insanın birbirlerine kızmamasının makul açıklaması, karşılarındakini çok
iyi tanımaları ve yaptıkları her saçmalığın kendilerinden de çıkabilecek bir
manyaklık olduğunu bilmeleri olabilir. Kardeşim saydığım Ömer konusunu bu
anıyla noktalamak istiyorum.
Yine askerde, gece 3 gibi hala uyuyamamış olmamın
verdiği sinirle yatağımdan kalkıp Ömer’in yatağına doğru gittim. Mışıldayarak
uyuyan arkadaşımın suratına okkalı iki şamar patlattım, sağdan ve soldan olmak
üzere!
-Ne yapıyorsun lan .mına koyduğum, diye hışımla
ayaklandı.
-Bir bende öyle bir organ yok, ikincisi insan en yakın
dostuna bile çakamayacaksa iki tane niye dostuz ki biz? Hadi iyi uykular! diye
yatağıma gittim, yüksek dozda Edirne küfürleri eşliğinde.
Ertesi gün konuyu hiç açmadı arkadaş. Fakat o günün
gecesinde herkesin sıcaktan donsuz ve çeşitli kokular yayarak uyuduğu geç
saatlerde, arka bölgemde bir ıslaklıkla uyandım. Kendi icadı olan diş macununu
suyla köpürterek yaptığı bir karışımı, açıkta kalan kıçıma sıkmıştı. Bir anda
başka bir şey olduğunu zannetmeye çok müsait bu sıvı yüzünden kusuyordum
neredeyse.
-Ne yapıyorsun lan gözveren! diye bağırdım.
-Şşşt bağırma! Çocuklar uyuyor. Bir, ben öyle değilim,
ikincisi nöbetçi başçavuşa sen açıkla ne olduğunu eğer bu saatte duşa gitmek
istersen. Hadi iyi uykular, diye pis pis sırıtıp gitti yatağına. Devletimizin
kutsal çarşaflarına silinerek zor etmiştim sabahı.
İşte böylesi durumlarda bile kızmıyorsan birine, ona kızamıyorsundur...
β
Askerlik konusunu şu garip olayla noktalayayım
diyorum, eğer noktalayabilirsem tabii.
İçtima sırasında senin üst’ün olan kişilerin ne zaman,
nasıl davranacağını kestiremeyeceğin için, askerlik kurallarına sonuna kadar
uymanda fayda vardır, dayak yememek açısından. Özellikle benim gibi en alt
kademede isen...
Komutanımız benden iki üç yaş küçük bir astsubay. Sabahın
sekizi olmasına rağmen hava sıcak. Astsubayımız Adana’lı. Tanıdığım tüm Adanalılar
gibi zeki ve şaka kaldıran bir çocuk. Aramızda ast-üst zımbırtısı olmasa
kankavari bir yakınlık da var. İçtimayı komuta etmek üzere nedense o günü
seçmiş olan yüzbaşı bekleniyor. Aşırılaşmaya başlayan sıcak yüzünden ayakta
durmak gitgide eziyet haline geliyor, fakat geliveresice yüzbaşımız bir türlü
gelmiyor. Koğuşumuzun delisi de henüz gelebilmiş değil. Nihayet o da teşrif
ediyor, her zaman ki gibi üstü başı bumburuşuk ve kepini ters giymiş bir halde.
-Hava da amma sıcak bugün, .mına koyiim, diye
söyleniyor astsubayımız.
-Ecnebi vajinası gibi mi komutanım, diyerek gereksiz
bir riske giriyorum, sıcaktan cinnet arifesinde olan ben.
-Lan kırk yıllık gavur .mcığı, ecnebi vajinası mı oldu
şimdi? diye gülüyor Allahtan, anlayışlı astsubayım.
-Size ayıp olmasın diye öyle söyledim komutanım!
-Lan çok şerefsiz bi adamsın sen Naim, diyor.
-Sağolun komutanım! diye bağırıyorum gayet bir
ciddiyetle, yumuşamakla kalmayıp, laçkalaşmaya başlayan genel havaya güvenerek.
Neyse geliyor sonunda yüzbaşı. Derlenip toparlanıyoruz
bir anda.
-Bir isteği, bir sıkıntısı olan var mı asker? diye
gürlüyor zavallı bizlere, öyle bir talebi olan olsa bile unutturacak ses
tonuyla.
-Sağolun komutanım, diye eşek gibi bağırıyoruz bir
ağızdan. Öyle öğretildi çünkü bizlere.
Koğuşumuzun delisinin elinin havada olduğunu fark ediyoruz,
göz ucuyla. Eyvah boku yedik! havası egemen hepimizde.
-Söyle asker!
-Yemekler çok kötü .mına koyiim, pardon .mınıza
koyiim, diye düzeltiyor!
Bir haftalık hapis cezasıyla da onu hapiste düzeltiyor
askerlerimiz.
Aramıza artık iyileşmeye başlamış mor yüzüyle dönüyor
sonra. Nedense bir tek bana çok koyuyor bu durum. Bir gün yere çömelmiş sigara
içiyorum. Yanımdan geçerken kolundan sertçe çekip oturtuyorum.
-Al bi tane, diyorum sigara paketimi uzatarak.
-Oğlum sen deli filan değilsin. Bana numara yapma,
derdin ne? diyorum.
Dalıp gidiyor biyerlere bir süre.
-Peki ver bir tane Barış ağbi.
Haydaa! O ortalıkta hebele hübele dolaşan deli adam
gitti, yerine bambaşka biri geldi birden. Gayet güzel konuşan, aklı başında
biri var yanımda.
-Ben askere gelmeden az süre önce annem ve babam öldü.
Köyde zaten bırak anne babayı, tanıdığım kimse kalmadı. İş yok, aş yok, eş yok.
Niye döneyim ben o .mına koyduğumun köyüne? Ceza yiye yiye uzatıyorum ben de
askerliğimi. Devlet baba da sağ olsun bana bakıyor işte. Sen iyi bir insansın
Barış ağbi. Dikkat et de kimse sana zarar veremesin!
Sigarasını bitirip, eski haline dönüp kalkıp gidiyor
yanımdan.
Bense yerimde kalakalıyorum
…gözlerimi zorlayan yaşlar…boğazımda düğümlenen ağrı…
β
Bir akşam, iş çıkışı kafa dinlemek üzere gittiğim
barda bir iki bir şey içip rahatlamak niyetindeyim. Ismarladığım içki yeni
gelmiş, ben popomun yerine alışmasını beklerken orta yaşlı bir adam tünedi
yanıma. Gereksiz bir şekilde tanıştırdı kendini. Soran olmamıştı halbuki. On
dakika kadar ismini, cismini ve dinlemediğim için anlamadığım bilumum şahsi
bilgilerini açıkladı. Bu azap verici süreyi yerli yersiz kafa sallamalarla
geçiştirdim. Bir süre sonra, söylediklerinin bir kulağımdan girip öbüründen
çıkmaktan ziyade, o yöndeki kulağımdan dahi girmediğini fark ederek omuzuma
dokundu.
-Ya siz dostum? Siz ne yapıyorsunuz?
-Alkol alıyorum.
-Alım, satım? Ticaret gibi mi yani?
-Hayır. Bizzat kendim kullanıyorum. Kimsenin işine
yaramayan fikirler üretiyorum. Ama o kimselerin bile henüz haberleri yok.
Sinir harbi istiyorsan al sana! Konuşmak istemediğim
zamanlarda nedense hep birileri beni bulur ve zorlarlar. Aşırı şekilde çekilmez
ve asabi olurum bu ruh hallerimde.
Yabancı bir ülkede olmamız sebebiyle beni bularak
sevinmiş bu türk insanını niye incittim ki, diye düşünerek gönlünü almaya
çalışmaya karar verdim.
-Hangi şehir birader? dedim.
-Siz söyleyin önce isterseniz, dedi.
-Aslında Meksika doğumluyum, ama ailem Türkiye’li!
Gülmeye başladı eleman benim ciddiyetime muhalif.
-Siz ne kadar Meksika’lıysanız ben de o kadar
Patagonya’lıyım, dedi kibarlıktan taviz vermeyen arkadaş.
-Niye ki? benzemiyor muyum?
-Aslında ben de Küba doğumluyum ama ailem Tokat’lı,
diye gülünce sevmeye başladım herifi. Dünya garip bir yer. Kimden ne geleceği
bilinmiyor.
Sonra sabaha kadar cebinden çıkardığı değişik purolar
ve tekilalar eşliğinde içtik, güldük, eğlendik.
Gerçekten Küba-Tokat kırması olabilir miydi, bu adam?
Önemi olmamakla beraber, neden olmasın ki?...
β
Bu az gelişmiş, daha fazla gelişmeye de pek niyetli
gözükmeyen eski doğu bloğu ülkesine geleli bir kaç hafta olmuştu. Bu sürede
kafama göre bir iki Türk arkadaş bulmuştum yine de. Nerelere gidilir, kimlerle
takılınır, kimlere bulaşılmaz gibi olmazsa olmaz bilgiler edinmiştim
sayelerinde. Her iş çıkışı gitmeyi alışkanlık haline getirdiğim barda buluştuk.
- Bu kız sana kesik hacı, dedi Murat, tam karşıma denk
gelen ve gerçekten bana bakmakta olan gayet fıstık kızı gösterip, kaş göz
ederek. O ülkeye gelmeden önce vukuat toplamı iki adet ağır sancılı ilişkiden
ibaret, neredeyse kız oğlan kız şapşal ben, çok utandım. Murat’ın aşırı
gazlamaları ve ikinci içkiye geçmiş olmamız sebebiyle kız daha sigara paketine
uzanamadan yanında bittim ve burnuna çakmağımı uzattım. Çok tatlı, insanın
içini ısıtan bir gülümsemeyle teşekkür etti. Yanımıza davet ettim. O ise,
istersem onun yanına gelebileceğimi, yer değiştirmesinin gereksizliğini
belirtti. Bir saniye bile düşünmeden Murat’ı satarak kızın yanına tünedim.
Fakat o da ne!
Ben daha yeni yerime alışıp, beceriksiz ataklarıma
girişemeden, kız gitti barın arkasındaki bir herifle gayet yılışık bir
muhabbete girdi. Geri gelip yanıma oturduğunda ben, aldatılmışlık hissi ve
karşımda beni pis sırıtışlarla kesen Murat’ın bakışlarıyla boğuşuyordum. Kız
üniversitede ekonomi okuyormuş. İngilizcesi mükemmel. Burada tatil yapıyormuş.
Aynı zamanda bir barda çalışarak para da kazanıyormuş. Güzel, hatta harika, tam
bana göre!
-Hangi bar? Belki gelirim arada, diye sırnaştım.
-Playboy bar! İstersen gel, saat on birden sonra
görüşürüz. Hatta baya bi görüşürüz istersen!
O ülkeye göre fazla bakire ve salak olmanın bilinci ve
şokuyla çişe gitme bahanesiyle, kaçar gibi gittim Murat’ın yanına. Konuşmayı
kısaca özetledim.
- Hoca kız orospu galiba! dedim bozguna uğramış bir
halde.
- Mesleği buysa ve hala kız ise bravo doğrusu, dedi
geğirikle karışık gülerken.
Aptallığımın doruklarına çıkışımı utanmadan anlattım.
- Peki ne iş yapıyorsun orada diye sordum.
- Aferin, iyi yapmışsın. Belki sadece yerleri
süpürüyordur!
- Bu kadar akıllı, kültürlü birisin, süper İngilizce
konuşuyorsun, başka bir iş yapmayı düşünmedin mi, dedim.
- Off, o ne dedi peki! dedi bezginlikten bayılmak
üzere olan arkadaşım.
- Ben bunu zevkle yapıyorum. Neyi, ne zaman, kiminle,
nasıl yaptığımla bu kadar ilgilenme, rahatla biraz, dedi, dedim.
- Doğru söylemiş, dedi sigara dumanını suratıma
püfleyerek. – Sekreterlik filan teklif et istersen. Şirkete de işte bu yeni
sekreteremiz, hobi olarak da orospuluk yapıyor dersin olmazsa, dedi gevrek
gevrek gülerek.
Bu, yenidünyayı yanlışlıkla keşfeden Kristoff
Kolombvari duygularımın başlangıcıydı.
β
Fıkralar nasıl üretilir. Hangi tip insanlar, nasıl bir
ruh haliyle böyle zırvalar yaratır, düşüncesi epey bir süre kafamı işgal
etmişti bir zamanlar. Sonunda bir gün zart diye kavrayıverdim durumu. Bunun iki
çıkış noktası var. Birincisi gerçekten olmuş olayların, kulaktan kulağa oyunu
gibi, anlatıla anlatıla zamanla aşırı derecede çarpıtılıp, sonunda gerçek
kişilerin tamamen unutulması sonucu gerzekleşmiş ve anlatanların sıkılmasıyla
kısalaştırılmış hale gelmesiyle oluyor. Gerçek kişiler bir zaman sonra, ‘bir
adam bir gün...’, veya ‘bir ingiliz ve bir alman bir adada...’ gibi durumlara
indirgeniyor. İkincisi ise benim gibi insanların kaba etlerinden, hiç olmamış
şeylerin aslında varmış gibi uydurulmasıyla oluyor. Buna bir örnek benim
arkadaşım, eski bateristimiz Serkan Özkaya’nın garip sanat denemelerine denk
geldiğimiz bir gecede yaşandı. Arkadaş, bir yandan televizyonu kaydederken, bir
yandan da bizim seslerimizi kaydederek bir film üretti. Daha sonra bunu
gösterime sundu, abartıp kitabını filan da çıkarttı. Akıllara zarar saçma sapan
diyaloglar, onlarla son derece uyumsuz televizyon görüntüleriyle, ancak akli
dengesi bozuk insanlara hitap edebilecek bir şeyler çıktı ortaya. Gülmekten
kusacağınız, ama sanatsal yönden kaç para edeceği gayet şüpheli bir takım
eserler yani. Merak eden olursa bende kopyaları var, verebilirim.
- Bir İngiliz, bir Japon bir de Türk, diye başladım spontane
fıkrama. Uzatmayayım, İngiliz, ben beş karpuz taşıyabilirim diyor. Nasıl
diyorlar, ikisi ellerimde, ikisi koltuk altlarımda, biride başımda, diyor.
Japon, ben birini de şeyime geçiririm etti sana altı diyor. Türk, ben on bir
tane taşırım, bende var beş tane, Japon’u da şeyime geçirdim mi etti sana on bir,
diyor!
İşte böyle salak bir uydurmadan sen kalk heykel yap!
Herif bunu yaptı ve baya bir popüler oldu kuzey avrupada. Biz buna her
buluşmamızda deli gibi gülerken, o sıralarda ona bazı tepkiler de geldi.
- Sanatı suratımıza atılan bir tokat gibi kullanan
cesur Türk-, şeklinde bizi daha da beter krizlere sokan ifadeler...
Dediğim gibi garip bir sanat anlayışı var Serkan’ın.
Senelerce önce sergim var diye çağırdı bizi bu, gayet şık bir sanat evine. Bir
gittik ki içeri girmek imkansız, çünkü dışarıda bir, Amerikan filmlerindeki
‘dikkat polis alanı girilmez’ şeridi. Sergi buymuş meğer. Ne demek istediğini
kimse anlamasa da sevdik “sergi”yi. Bir sene sonra yine aynı yere çağırdı bizi.
- Sergim var.
- İyi. Girebilecek miyiz bari bu sefer?
- Evet, dedi gülerek, ama çıkabilecek misiniz bilmem!
Sergiye girdik girmesine de, bir sürü karton kutunun
yapışmasıyla yapılan bir labirentin içinde bulduk kendimizi.
- Sıçarım senin sanatına da, sergine de diyerek,
çıkarabildiğim her kutuyu kafasına fırlattım. Diğer arkadaşlar da bana yardım
ettiler sağ olsunlar.
- Amaç buydu zaten, dedi.
Sonra hep beraber içmeye gittik.
Niye hiç aklı başında arkadaşım olmadı acaba...
β
Bu çok gereksiz anımı başkalarıyla paylaşıp
paylaşmamayı baya bi düşündüm aslında. Ama nasıl bir gezegene geldiğimiz
konusunda bizi aydınlatan ve çocukluğu atlatmaya çalışan ruhlarımızda oluşan
ilk çiziklerden biriydi bu. Yaşlarımız 13-14 gibi. İzmir Çeşme’de bir kahvede
gazoz içiyoruz, Kerem, Arda ve ben. Annelerimiz bizi bir süreliğine ekmiş,
alışveriş yapıyorlar. Kerem piçin teki. Arda ise akıllı uslu, terbiyeli ve
suskun bir çocuk. Kerem’in işi gücü Arda’ya bulaşmak.
- Lan her gittiğimiz yere bu armutu da çağırmak
zorunda mıyız, diye yineliyor hep sorduğu soruyu beni koluyla dürterek. Sanki oraya
kendi başımıza gitmişiz ve gidebilecek yaşa gelmişiz gibi.
Arda yine oralı değil. Dalıp gitmiş gazoz şişesinin
dibinde bir yerlere. Ben ise Arda’yı başka bir gözle görüyorum. En sevdiğim
tarafı çoğumuzda olmayan, sadece gerektiği zaman konuşması. İşin özü, Kerem de itliğimi,
Arda’da da içe kapanıklığımı bulduğum için, yapışık üçüzler gibi geziyorduk
hep.
- Arda lan! En çok A vitamini nede var biliyon mu? HıyArda!
- Hişt Arda! Bu akşam ne yapalım biliyon mu?
- Hayır Keremciğim.
- Buluşalım gArda, koyayım sana dArda! Şeklindeki
dangalak şakalarına tebessümle karşılık verirdi hep eleman.
Neyse biz cebimizdeki türk liralarının daha kaç adet
gazoza yeteceğini hesaplarken, orta yaşlı bir amca yaklaştı yanımıza.
- Çocuklar size bir şey soracam, dedi kısık bir sesle.
- Tabii, diye meylettik amcaya doğru, daha iyi
duyabilmek için.
Gaaark, diye geğirdi suratlarımıza.
- Nasıl? Sizi şaşkınlığa gark ettim değil mi? Dua edin
osuruklara zart etmedim, diye gülerek uzaklaştı masamızdan.
Bu neydi ki şimdi? Ne demekti bu olan?
Eğer başka gezegenlerde hayat varsa, inşallah
insanlara benzemiyorlardır, şeklindeki düşüncelerim filizlenmeye başlamıştı
artık ufacık beynimde, geriye dönüşümsüz olarak.
β
Varlığıyla yokluğu dünya tarihi üzerinde pek bir etki
yapmayacak gereksiz ülkenin, gereksiz kafelerinden birindeyiz yine. Hepimiz Türk’üz,
iki kız üç erkek olarak. Sevda masaya cips benzeri bir şey çıkarıyor. Adını
bilmiyorum ama pamuk gibi görünen, kıtır kıtır, sarımtırak şişik bişeyler.
Yendiği zaman ağızda, katılaştırılmış osuruk yemişsin gibi bir his yaratıyor.
- Bunlar kesin kanserojendir Sevda, diyorum. Masada
bir tek o yiyor o şeyleri.
- Ben tavuklarıma veriyorum bunları, çok seviyorlar!
Ucuza buldum bir yerden. Kilolarca var bende bunlardan diye atlıyor Orhan,
birden tavuk seviyesine indirgenen ve yüzünden bozulduğu anlaşılan Sevda’yı
daha da kışkırtmak için.
- Sevda’yı bilmem ama tavuklarının kanserden ölmesi
sana maddi bir zarar olarak geri dönebilir, diyorum.
Sevda uysal bir kız. Kışkırmadan haşır huşur devam
ediyor olayına.
Evliliğim yeni bitmiş. Aşırı mutsuzum. Kafamdan bir
yığın soru geçiyor. Dalıp dalıp gidiyorum ikide bir muhabbeti tam gaz giden
masada.
- Ceset gibi görünüyorsun, diyor bana moral vermesi
gerekirken, dangalakça saldıran Murat. O sırada gözlerim hafif doluyor,
hissediyorum. Yanımda oturan Aylin, hafifçe omuzumu sıkıyor. Bir şey demeden
beni teselli ediyor. Aylin çok güzel bir kız. Evlenmeden önce de tanıyordum
onu. Dostumdu o zamanlar, hala da öyle.
- Birlikte olursak bu büyü bozulur, demişti bir
zamanlar, evliliğimden önce.
- İyi ya işte, ben de onu diyorum. Bozulsun,
bozulacağı yere kadar, diye cevap vermiştim ben de. Gülümsemişti sadece.
Ufuk, Aylin, Murat, Sevda ve ben, içme modundayız
epeydir. Ufuk Aylin’e belirgin bir biçimde sarkıyor. Yakışıklı da arkadaş.
Fakat benim ayrılık hikayem, Ufuk’la olası rekabet gücümü sıfırın altına
indiriyor. Sonunda aşırı volümlü müziğe de katlanamayarak herkese iyi akşamlar
dileyerek, kalkıp gidiyorum masadan.
Ertesi gün sabahın köründe, talihsiz bir şekilde, iş
yerlerimizin yakınlığını da fırsat bilerek Murat geliyor ofisime.
- N’aber hoca?
- İyidir Murat’cığım. Sen?
Karşıma oturup bir sigara yakıyor.
- Kül tablası yok mu buralarda?
- Yok Murat. Gündüzleri sigara içmediğimi biliyorsun.
- Olsun, diyerek yanımdaki çöp kutusuna hamle yapıyor.
- Erken gittin akşam?
- Ha? Ha, evet öyle oldu.
- Bu Ufuk kesin düdüklemiştir senin kızı dün akşam,
diyor dangalaklık üst sınırlarında gezinen Murat.
- Bak Murat’cığım, diyorum iç çekerek. Birincisi Aylin
nereden benim kız oluyor? İkincisi ben Aylin’in bekaretinden sorumlu bakanlığın
baş müsteşarı filan değilim!
Beni yeteri kadar kızdıramamış olduğunu düşünerek
belki:
- Kahve filan da yoktur sende şimdi, dedi.
- Yok. Benim kahve içmediğimi de biliyorsun.
- İyi de müşteri filan geldiğinde ne veriyorsun, su
mu? O da yoktur Allah bilir, diyerek keyifle gülüyor.
- Soru soruyorlar, bende cevap veriyorum. Senin gibi
alakasız muhabbetlerle başkalarının kafasını ütüleyeceğime işimi yapıyorum yani
Murat’cığım, diyorum.
İnsanların üzüntülerinden ve onları derinleştirmekten
zevk alan “dost”larımız var değil mi hepimizin? Niye var ki bunlar...
β
Sadece milli maçları ve Türk futbol takımlarının Avrupa
kupa maçlarını izlemekle sınırlı, basit denilebilecek bir futbol seyir
manyaklığım var. Ağır bir futbolmani değil yani benimkisi. Lig maçları hiç
ilgimi çekmiyor mesela. Kayseri’ni Konya’yı, veya Cimbom’un Fener’ i yenmesi
beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Arkadaşlarımı, hangi takımı tuttuğumu
unutmaya varan salaklığım yüzünden bezdirdiğimi hatırlarım. Hangi insanoğlu,
Fener-Cimbom maçında Karşıyaka lehine tezahürat yapmıştır! İşte bu benim!
Vazgeçtiler sonra beni kolumdan tutup maça götürmekten,
zavallı arkadaşlarım.
- Damarımı kessen sarı lacivert akar oğlum, ne
diyorsun sen! Sapına kadar cim bom’luyuz biz, Allah Allah, deyince,
- Bu dallamayı getirmeyelim bi daha. Dayak filan da
yedirir şimdi bize bu, şeklinde rencide edici yaklaşımlardan ben de bıktım
aslında.
Futboldan anlarım. Ama hiç kimseye ofsaytın ne demek
olduğunu izah edebilmiş değilim.
- Eğer bir konuyu anlamıyorsan ve bu konu yıllarca
birileri tarafından anlatılıyorsa, bunun senin aptallığınla bir alakası yoktur.
Ya anlatan da anlamamıştır ya da konu o kadar da açık değildir, dedim yanımda
maçı izleyen arkadaşa.
- Kes sesini Barış. Bak mesela bu kesin ofsayt, dedi.
- Babayı ofsayt! Şampiyon Karşıyaka! Veya en büyük
Çanakkale Dardanel, bana ne...
β
Özellikle bu evlenme boşanma durumundan sonra, yaş da
ilerledikçe kendimde bir ‘kayalaşma’ hissediyorum.
- Artık aşık olamıyorum, diye itiraf edip, özetledim
durumu kendime. Erkeklerin mi kadınları bu hale getirdiği, yoksa kadınların mı
erkekleri bu duruma soktuğu konusu kafamı kurcalamıştır hep. Genel bir hastalık
çünkü bu.
- Aşk organik bir şeydir, fazla kafanı yorma, demişti
bir kız arkadaş.
Yani organa bağlı filan demek istemişti herhalde!
Doğru tarafları var muhakkak ama bu kadar basit
olmasaydı keşke.
Ne güzel bir histi o halbuki. Ama kayboldu gitti işte.
Bir kız arkadaşınla, elinde bir şişe şarap. Bir o, bir
sen içiyorsun kumsalda mesela. Daha güzel ne olabilir?
- Aaa! Sevgilim bak yıldız kaydı! diyen kıza:
- Ne olmuş? Sana veya bana kayan bişey yok ki! Niye
boşuna romantikleşiyoruz durup dururken, demeye başlamışsan olay bitmiştir
artık.
- Hem o yıldız filan değil ki, cayır cayır yanan bir
göktaşı, deme taş kafalılığına ulaşırsan birde, at o kalbi sen en iyisi çöpe,
gitsin!
Hayatın ‘gerçekleri’ni anlamaya çalışırken, hayatın
‘gerzekleri’ oluyoruz farkında değiliz.
Şu anda Almanya’da yaşayan, üç yaşında bir çocuk
sahibi eski bir kız arkadaşım uğradı bana geçenlerde. Çocuğuyla geldi. Alman
baba, Slovak anne, çocuk gayet doğal olarak sadece bu dilleri konuşuyor yamuk
yumuk olarak. Düzgün konuşsa da bir şey fark etmez, zira ben bu dilleri
bilmiyorum. Biz kızla İngilizce anlaşıyoruz.
- Çocukların her dili anlayabildiğini biliyor musun,
dedi bana kız. Tüylerim diken diken oldu birden. İnanmadım çünkü.
- Fransızca, Türkçe, İngilizce fark etmez herhangi bir
şey söyle ona!
- Çocuğum, kanguru gibi atlayıp zıplamayı kesip yanıma
oturur musun biraz, bir şeyleri kırmadan, dedim ben de Türkçe.
O da ne! Kuzu gibi gelip yanıma oturdu çocuk. Apışıp
kaldım tabii. Ulan kesin bunun alman dediği herif Türk, bana üçkağıt yapıyor
kadın, diye düşünerek bir sigara molası verdim kendime.
- Est-ce que tu veux boire quelque chose? dedim, Fransızca
bir şey içmek ister misin anlamında.
Masadaki kola şişesini gösterdi bana...
Doğduğumuzdan beri duygularımız dahil, içimizde
kayıtlı olan her türlü bilgiyi unutturmaya çalışan iğrenç bir sistemin içinde
olduğumuzu düşünüyorum ben.
Ne dersiniz?
β
Bilimden zerre kadar nasibini almamış ve bu konuda
kendinden yıllar önce ümidini kesmiş bir insanım. İyi bir kolej ve üniversite
bitirdiğini ve bir adada yalnız kaldığını düşün. Ateş yakabilir misin, pil veya
radyo yapabilir misin? Deniz suyunu damıtabilir misin? Avlanabilir misin? Ben
bunların hiçbirini yapamayacaksam niye gittim seksen sene o okullara? Donla
denize giren ufacık çocukları boğan ve fakat grostonluk gemileri kaldıran,
suyun kaldırma gücü götümü yesin! Uçakların uçma olayının bana kimse tarafından bir türlü izah edilememesi,
benim mankafalılığımdan ibaretse eğer nasıl bitirdim ben o okulları? Bırakalım
adayı madayı, bir an için bir daha gelmemek üzere elektriğin ve suyun
musluklarımızdan akmaktan vazgeçerek bizi terkettiğini düşünelim. Kaçımız, ne
kadar hayatta kalırız?
Aslında bir hayli ilgiliydim bu konularla. Ta ki bir
gün fiziksel verimliliğinin formüllerle açıklanması, imkansızlığa yakın bir
şekilde zor olan aletin ‘bisiklet’ olduğunu okuyana kadar. Ünlü fizikçiler bile
bisiklet olayını anlamıyorsa, ben niye deli gibi bilim dergileri okuyorum,
dediğim gün olay bitmişti benim için. Tamir etmeye çalıştığım her aletin bir
daha asla düzelmeyecek şekilde bozulması da ayrı bir sebep. İnce ayarlar,
kablolar, lehimler filan derken sinirle yere çarptığım bir çok cihaz var
hayatımda. Sabır, elişi becerisi, teknoloji bana göre şeyler değil. Telefonun kablosu
temizliğe gelen kadının kazmalığı yüzünden koptuysa ben niye sinirlerimi
bozayım? Basarım parayı, gelir birileri bağlar o kökünden kopasıca kabloları!
Sadece ampul değiştirmeyi öğrendim şimdiye kadar.
Onlar da nedense yuvalarına bağlı bir ırk olarak, genelde sıkışmış olurlar. Ha
şimdi elimde kırıldı kırılacak hissi ve ağzına gözüne kaçan sinek, kelebek
ölüleri filan işi daha boktan hale çevirir.
Tembel, evdeki ufak teknolojik sorunları felaketler
zincirine çeviren ve başına buyruk biri olarak, sürekli kadınlar tarafından
terkedilen biri olmam normal aslında.
Ama iyi yemek yaparım. Fakat kadınlarda, ‘erkeğin
kalbi midesinden geçer’ kuralı işlemediğinden, bu da bir işe yaramıyor!
Teknolojiden nerelere geldik.
Hayatımda hiç bir kadını aldatmadım. Sonunda kazığı
yiyen ve başında tavlanan ben oldum hep.
- Kızın ağzından girdim burnundan çıktım ve tavladım,
diyen bütün arkadaşlarımın, ağız ve burunlarını kırasım gelmiştir her zaman.
Çünkü böyle bir şey yok. Kadın isterse olur ancak bu!
Neyse konu darmadağın olduğu için iyice dağıtayım
bari. Abim görmediği şeylere inanmamasıyla güldürmüştür beni hep.
- Amerika diye bir yer yok! Ben görmedim mesela, diye
aptallaştırmıştı beni küçükken.
- Ay’a gidildiğini zannetmiyorum, bile demişti sigara
içtiği zamanlarda, dumanını emin bir şekilde püfleyerek eskiden.
- Bu bir insan için ufak ama insanlık için büyük bir
adım, diyen kişinin bu sözü epey işgal etmişti kafamı ufakken.
- İnsanlık, insandan çok daha küçük bir şey mi o zaman
baba? demiştim babama.
Herkes gülmüştü o zaman ama ben hala bunun ciddiyetle
düşünülmesi gerektiği tarafındayım...
β
Nesebar, Bulgaristan.
Tek başıma çıktığım garip bir tatil. Aslında ne tek
başına olmam, ne de burada olanlar bir anormallik taşıyor. Sadece ben bir garip
hissediyorum kendimi. Bir pislik yaklaşıyor gibi. Ne olduğunu bilemiyorum.
Hastalık veya ölüm gibi bir şey. Bunu yapan insanlardan nefret ederim. Hani
herşey fıstık gibi giderken ‘Ay! İçimde bir sıkıntı var, kesin kötü birşeyler
olacak’ filan deyip, bütün gününüzü bombok eden tipler vardır ya, onlardan
bahsediyorum. Onlardan biri değilim kesinlikle. İçimde bir sıkıntı varsa, ki
genelde vardır, bunu kendime saklarım. Egoistçe olabilir, ama böyle. Ama bu
seferki iç sıkıntım, bir türlü gidesi olmayan türden. Öylece durup duruyor
içimde.
Çevremde canavar gibi hatunlar cirit atıyor. Plajdayım
çünkü. Bikinili, monokinili, ve hatta onu bile bulamayanlar...
Mutlu olmamak için salak olmak lazım, bir durum
yani...
Beach volley oynayan kızların yanına gittim
fütursuzca. Aldılar beni de aralarına sağolsunlar. Fransızı, Kanada’lısı derken
bara davet ettim hepsini o akşam. Benim maçta Kanada’lı partnerimin basen
bölgelerine bakarken suratıma yediğim smaç ve bunun sonucunda knock-out oluşum,
barda burnum sargılı dansetmemi engellemedi ki! Sersemlik, mutluluk
hormonlarınızı dizginlemez. Bu böyle biline...
Ne diyorum ben Allah aşkına! Kes sesini, diyorum
kendime ve bu yazıyı da böylece kapatıyorum toplum huzuru açısından...